Ümit Özdağ Vesilesiyle...
MAZİMİZ HALİMİZ AHVALİMİZ
Ümit Özdağ’ın babası Muzaffer Özdağ Ordu Kabadüz Kaymakamı ilken Orduya iki günlük bir sempozyuma gelmişti. Bir çok kişi yanında hocam Abdülhaluk Çay da vardı. O günlerde Muhsin Yazıcıoğlu’nun partiden ayrılması konuşuluyordu. Abdülhaluk bey çok yanlış yapıyor, demişti.
Abdülhaluk Bey gündüz proğramlarından sonra akşamları iki gün misafirim oldu ve o vesileyle epey sohbet ettik. Birlikte Çambaşı yaylasına da çıktık.
Siyasalı bitirince Abdülhaluk beyin yanında yüksek lisansa başlayıp kaymakamlık imtihanını kazanınca ayrılmıştım. O zaman Hacettepe de İnkılap tarihi enstitüsü müdürü idi.
Abdülhaluk Çay İskilip Ortaokulunda girdiği tarih dersimizde Nihal Atsız’ın Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların Dirilişi kitaplarını okuyan var mı diye sorduğunda evet cevabını verince o kitapları diğer arkadaşlara, bana da Ahmet Hikmet Müftüoğlunun Çağlayanlar kitabını vermişti.
Devlet Bakanı ilken İskilip Tosya yolunu yatırım proğramına aldırıp kazmayı vurdurdu. Türk Dünyası Kurultaylarının yüksek katılımla organize etti. Siyasi duruşu ülke genel politikalarıyla ilgili oldu.
Ancak bürokrat ve akademisyen kimliğiyle yerel siyasetin dengesini kuramayınca bakanlığını ve partisini kaybetti. Öyle bir denge arayışı da zaten olmamıştı.
İskilip içinden çıkardığı bakana gerekçesi ne olursa olsun yeterince sahip çıkamadığı hatta aleyhindeki tavırları sebebiyle bir daha değil bakanlık, milletvekilliğini bile göremedi. Elbette tek sebep bu değil... Teşkilat ve seçmen diyaloğunu kurabilen iyi bir politikacı olamadı ama Ahmet Necdet Sezer’den çok daha iyi bir cumhurbaşkanı olabilirdi.
Memleketimizin seçtiklerine sahip çıkma reflekslerini geliştirmeye, Doğu vilayetlerindeki örneklere bakmaya ihtiyacı var kanaatindeyim.
Sempozyum konuşmacısı olan Muzaffer Özdağ malum Türkeş’le beraber tasfiye edilen Japonya’ya gönderilen 14 lerden birisiydi.
Daha sonra1965 yılında CKMP ye girip partide söz sahibi oldular. Ancak o, Nihat Atsız ,Ahmet Er tarafındaydı. Dündar Taşer, Osman Yüksel ise Türkeş tarafındaydı. Muzaffer Özdağ partiden tasfiye edildikten sonra Türkeş ile pek yanyana gelmemişler. Laik, aşırı Türkçü ve irticaya karşı bir duruşu olduğu söylenirmiş.
1969 Adana kongresinde partinin adını değiştirmeye karar verdiklerinde bozkurt olmasını teklif etmiş, üç hilal olmasını isteyenlerle yapılan müzakereler sonucu bozkurt amblemi gençlik teşkilatı olarak kurulan Ülkü ocağına, üç hilal de partiye münasip görülmüş.
Üç hilalcilerle bozkurtçuların ayrılığının , kavgasının esasında olmadığı, dedikodu olduğu söylenirdi o yıllarda... 1970 li benim ortaokul yıllarında... Meğer doğruymuş.
Konunun esası; Kemalist, laik, Nihal Atsız tarzındaki Türkçü olan kesimle islama daha yakın kesimin kavgasıymış.
Türkeş’in islami söylemleri o dönemlerde başlamış. Önceki dönemlerdeki söylemleri laiklik temalarıyla örülmüş, Atatürk ve milliyetçilik vurgusunun yüksek olduğu, islam ile farklı olduğu iddia edilen şeriat karşıtı ve CHP söylemleri paralelindeydi.
Ülkedeki hakim genel hava idarede, siyasette ve özellikle askeriyede bu minvaldeydi.
Milli nizam ve milli selamet partileri bu ağır psikolojik ortamda kurulan , ABD deki zenciler neyse benzeri dışlanmışlıklara maruz kalan partiler oldu.
Bu sebeple 1970 li yılların başında yayınlanan eski bir MHP bildirisini 1980li yıllarda okuduğumda çok şaşırdığımı hatırlıyorum. MHP ye hiç yakıştıramamıştım.
Hareketin başlangıcında laik, dini hassasiyetlerden uzak bir duruşu vardı. Ancak özellikle Orta Asya’daki esir Türklerin bağımsızlığa kavuşturulması ana idealdi. Komünizm karşıtlığı ve Türk dünyasının esaret altında oluşu doğal olarak tarih ve dine dayanmayı, oradan güç almayı gerektirirdi. Nitekim de öyle oldu.
İskilipte ise Kalearkası Kuran Kursundan hocalar gelir, Ülkü ocağında Cuma akşamları dini sohbetler yapardı. Ülkücü gençliğin dine mesafeli duruşu gibi bir olgu sözkonusu değildi.
Yatılı okuduğum Sıhhıyedeki Ankara Atatürk Lisesinde ise namaz kılan ülkücü sanki yok gibiydi. Belki vardı da biz görmedik. 1970li yılların başlarında büyük şehir ülkücülüğü ve MHP liliği daha bir laik duruşa sahipti demek ki...
Yatılı kısmın mescidinde namaz kılanlar genelde nurculardı ve arada bir tuvaletlerde hesaba çekilir, kendilerinin bile sayamadığı 9 ışık saydırılır, döğülürdü.
Nurculuk ve Saidi Nursi takipçiliği bölücü, Kürtçü bir hareket olarak görülürdü. Dini açıdan çok eksik bir gençlik yapısını Ankara’da görmüştüm. Demek ki küçük yerlerin gençliği daha dindar tavırlara sahipti.
12 Eylül öncesindeki çatışmalarda verilen şehitler bu hassasiyeti zamanla artırmıştır sanırım.
Sonra Necip Fazıl, Seyit Ahmet Arvasi gibi yazarlar da bu eğilimi giderek güçlendirdi.
1972 yılı özellikle Kıbrıs harbinden sonra Batı Türkiye’de sağ sol çatışmasını, kavgayı yaygınlaştırarak ülkücü kesimi; kavganın tarafı haline getirdiler.
Kıbrıs zaferine Batının cevabı ambargo ve terör olmuştu.
Zaten savaş ve terör Batılı ülkelerin özel ihtisas alanlarından birisiydi. Sağ sol, Türk Kürt, Alevi Sünni, laik anti laik diye çatıştıramazlarsa, uzun boylu kısa boylu, gözleri yeşil mavi diye çatıştırmanın mühendisliği onlardadır. Nitekim Afrika’da bunu yağabilmişlerdir.
Türkeş; Kıbrıs’ta Rumlar’ın EOKA teşkilatına karşı kurulan Türk Mukavemet Teşkilatının finansmanı ve binlerce mücahidin eğitiminde ciddi rol oynamıştır. ABD de aldığı kontrgerilla eğitiminin birikimleriyle Kıbrıs direnişini hükümet nezdinde takip eden tek kişi oldu. 27 Mayıs sonrası askeri idarenin Kıbrıs meselesine karşı gösterdiği ilgisizlik onun sayesinde telafi edilmiştir.
Başbakanlık Müsteşarı ilken TMT’nin silah ve para konusundaki ihtiyaçlarını sümen altı eden Dışişleri Bakanı Selim Sarperin bazı kaynaklara fırçalandığı hatta pataklandığı ve problemin çözüldüğü,
27 Mayıs’la önü açılan solu yetersiz görüp daha ileri bir sosyalizm iddiasındaki Talat Aydemir isyanını önlediği,
bu sebeple solun ve komünizmin en büyük düşmanı olarak görüldüğü çeşitli kaynaklarda yazılmıştır.
Kıbrıs kökenli oluşunun bundaki payını zikretmeye gerek yoktur.
6-7 Mart olaylarını organize eden ve 1980 e kadar antikomünist hareketlerin organizasyonunda önemli roller oynayan Sabri Yirmibeşoğlu da onun eğitiminden geçenlerden birisidir.
Bu bilgi ve tecrübesi 12 Eylül öncesinde komünistlere karşı sokakta ve siyasette etkili bir mücadele verebilmesini, organize edebilmesini sağlamıştır diye düşünüyorum.
O günlerde ülkedeki komünizm tehdidi ve tehlikesini ve psikolojisini sadece yaşayanlar anlayabilir. Ülke elden gidiyor, satıldık endişesi ile gençler sokakta döküldü.
Aslında paylaşılan dünyada yerimiz sağlamdı ama düzenin değişmesi için bazen korkutulmamız gerekliydi.
Ancak bugünden bakınca iyi dolduruşa getirilmişiz diye düşünüyorum. Çünkü anarşiyi komünizm tehlikesini göstererek tırmandıranların esasta; ABD, İngiltere ve Nato olduğu sonradan anlaşılmıştır.
Maksat darbeyle Türkiye’nin ekonomik yapısını değiştirmekmiş.
Nitekim 12 Eylül 24 Ocak kararlarıyla oluşturulan ihracata yönelik ekonomik politikayı Özal’a verdikleri destekle hayata geçirdi.
Bunun çok da kötü olduğu söylenemez.
Türkiye’yi açık hava hapishanesinden çıkaran uygulamalar asker nezaretinde gündeme geldi.
Ancak bu süreçle beraber 1990 larda başlayan iç ve dış borçlanma politikaları ise ülkemizin özellikle ekonomik bağımsızlığına ciddi sekte vurmuştur.
Sağ sol kavgasında sağda sadece ülkücüler vardı esasında... Solun Hakimiyet kurduğu üniversite ve sokaklarda dindar nurcu MSP sempatizanları herhangi bir sıkıntı yaşamadılar.
Türkiye Günlüğü dergisi sahibi Mustafa Çalık hareketi Teorik Denemeler kitabında Türk milliyetçilik hareketini ve solu çok iyi tahlil ediyor.
Öğrencisi olduğum Siyasal da deşifre olan ülkücü öğrenciler jandarma refakatinde okula gidip gelebilirlerken, MSP li ve nurcu bilinen sonradan Fetocu olduğunu öğrendiğimiz kişiler rahatça güle oynaya gidip gelebiliyorlardı.
Bu her üniversitede böyle olup islamcı kesimler sol ve eylem açısından düşman kategorisine henüz alınmamışlardı.
Muzaffer Özdağ 11 Mart’ta partiden istifa etmiş, ertesi gün 12 Mart darbesi yapılmış. İlginç bir zamanlama...
Nihal Atsız ve Muzaffer Özdağ partinin dışındaki kaldılar. Dündar Taşer bir kazada vefat etti. Onun kaybının ne olduğunu Erol Güngör sayesinde öğrenebildik.
Türkeş; zamanla partide tek yetkili ve karizması güçlenen bir lider oldu.
Albaylıktan başbuğluğa yükseldi. Artık gençlerin arkasından gitmekle gurur duyacağı, ona benzemeye çalıştığı aktörlerden birisiydi. Dört saat milim kıpırdamadan konferans verebilen, nutuk çeken birisi...
12 Eylül sonrası tutuklanan Ecevit ve Demirel bir ay, Erbakan 9 ay sonra tahliye edilirken ne hikmetse o 4,5 yıl içeride kaldı. Kimbilir neyin bedeli ödettirildi...
1997 yılında Bosna gezisinden sonra katıldığım cenaze töreni Özal’dan sonra ülkemizin gördüğü en kalabalık cenaze töreni olmuştu.
Açılan komando kampları kurulan Ülkü Ocak’ları ve komünistlerle girişilen kavga ortamında efsanevi bir konuma yükseldi. İsmi de hareketin ruhuna uygundu. Bunun sonradan verildiği, esas adının Hüseyin Feyzullah olduğu çok sonraları iddia edilmiştir.
Bu meyanda aklıma gelen başka birisi de Oğuzhan Asiltürktür...
Çarpıcı ve iddialı isim alma uygulamasını genelde müzik ve sinema alanında görürüz. Siyaset ve idarede çok rastlanan bir uygulama değildir diye biliyoruz.
Muzaffer Özdağ 1992 yılında Ordu’da düzenlenen o sempozyumdaki konuşmasını irticalen ve seyirciler arasında dolaşarak yaptı.
Etkileyici tok bir sesi vardı ve bizim nefes almadan dinlememizi sağlamıştı.
Konuşması Türkiye’nin dünyadaki yerine dair idi ama detaylarını fazla hatırlamıyorum.
2002 yılında vefat etmiş.
Ümit Özdağ ile iki yemekte bir araya geldik. Ordu’ya o da gelmişti. Sonra Ankara’da mı yoksa İstanbul da mı bir vesile ile beraber olduk tam hatırlamıyorum.
Kendisine MHP genel başkanlığına aday olduğunda çalınan müziği kim yaptı diye sormuştum. Arkadaşlar hazırlamış dedi. O müzik muhteşemdi.
Babasının birikimi, yurt dışı yaşantısı, yokluk görmeyişi vs etkisiyle mi bilemem bana biraz üstenci havada, kişiliği oturmamış intibasını verdi. O zamanlar daha gençti.
Tuğrul Türkeş gibi partinin temelinden, teşkilattan gelmediğini ve mücadeleci geçmişinden uzak bir hayatı olduğunu biliyorum. O sebeple hep gündemde kalmak bir yerlere gelmek sevdasının olduğunu gördüm.
Ağzında gümüş kaşıkla doğmuş olanlarda yokluk ve mahrumiyetin doğurabileceği maharet ne kadar gelişmiş olabilir ki...
Muhafazakar dindar bir duruşu pek yok gibiydi. Çok rahat CHP ‘de de siyaset yapabilir kanaatindeyim. Eşi de yanındaydı.
Ancak kendisinin en büyük hatası; devletin bir bakanına, makamına karşı olan saygısız tavrı ve sözleri oldu. Bunu şahsım adına affetmem. Bakan kim olursa olsun bunlar edilecek laflar değildir.
Mülteci problemini gündeme getirecek daha ölçülü yollar bulunabilirdi. Kaldı ki bu konu devletimiz adına dünya ülkelerine örnek olacak, gurur duyulacak inceliklere, tavır ve duruşlara sahipken şu söylenenlere teessüf ederim.
Makamda kim olursa olsun söylenecek üsluba ve tavırlara dikkat etmesi şarttır. Kimlerin bu söz ve tavırlardan hoşlanacağını da düşünmesi lazımdı.
Bu ülkede iktidardan, hakim siyasetten ayrılanların nerelere savrulduğunu görünce , iktidar karşıtlığının kimleri kimlerle yan yana getirdiğini görünce insan şaşırıyor.
Bir araya gelmesi düşünülemeyecek kişiler muhalefet saiki ile yanyana gelebiliyorlar.
Bunun sosyolojik ve psikolojik olarak izahını yapmak lazım.
Soylunun bu kadar üstüne gidilmesi normal değil. Hiçbir İçişleri bakanı bu kadar tenkit edilmedi. Acaba tenkide gerek olacak işleri yapmadılar mı sorusu akla geliyor....
Kimse arazideki terörü, bombalamaları, suikastleri bitirdi demiyor. Bunlar 40-50 yıllık konulardı.
Gelmiş geçmiş hiçbir İçişleri bakanının yapamadığı işler yapılabildi. Ne şekilde olursa olsun. İha nın siha nın etkisi elbette önemli ama HDP li belediyelere kayyum atayarak PKK’ya lojistik destek problemini toptan ortadan kaldırdı.
Çoğu bakanlar terörü rutine alarak makamından dışarı çıkmadı . Tayin terfi işlerinden vakit bulamadılar zaten...
Soylu sabah namazını kılıp ondan sonra yatan bir tempoyla çalışan radikal karar alabilen birisi.
Siyasetin gereklerini de biliyor ve yapıyor.
Özdağ’ın yaptığı gibi aynı terbiyesizliği Peker de yaptı ve maalesef kimse bir bakana karşı bu kadar terbiyesiz üslup kullanılamaz, tenkidin ölçüsü vardır , yaptığın yanlış demedi.
Hatta bundan paye çıkarmaya çalışanlar da oldu.
Kaldı ki kendisi tertemizmiş gibi başkalarının malını gasp eden, rahatça adam öldürebilen, işi zulüm, duruşu kibir olan bu tür kişilerin her sözü doğru olsa bile dinlenilmesi, bundan bi şeylerin çıkmasını beklemek yanlıştır.
Bu tür insanların ölümleri çok zor olur genelde...
Çünkü haksızlık ve zulüm öbür dünyaya kalmaz, bir saniyelik zaman genişler; yüzyıl, bin yıl vs...olur. Eski kitaplarda yazan bu...
Sizi tenkit eden hürmete saygıya layıksa durumunuz vahimdir.
Mafya olarak bilinen birisinin emniyetin ve asayişin sorumlusu bir bakanı ölçüsüzce tenkidi o bakanın işini iyi yaptığını göstermez mi?
Kaldı ki bu tür kirliliğe bulaşmış olanların ölçüsü olamaz. Silah satarım uyuşturucu satmam repliği ancak Cüneyt Arkınlı, Kadir İnanırlı filmlerde olur.
Mafya raconunda polise devlete bulaşılmazmış. Devletin İçişleri bakanına sataşmak normal olmadığı gibi hayra da alamet değildir.
Demek ki geride başka bir güç var...
Ancak o gücün devletten büyük olmadığı da bir gün mutlaka görülecektir.
Orhan Öztürk
Emekli Vali
İskilip Belediye Başkanı
YORUMLAR