Lale, Ebu Suud ve Osmanlı
Salih Bardakçı

Salih Bardakçı

Lale, Ebu Suud ve Osmanlı

31 Mayıs 2014 - 08:12 - Güncelleme: 23 Kasım 2016 - 16:55

Güneşli bir mayıs sabahı. Yağmur yeni çiselemiş. Etraf mis gibi toprak kokuyor. Ahşap konağın geniş bahçesinde bahçıvanlar bir araya toplanmış meraklı gözlerle küçük yeşilliğin ortasındaki kırmızı-beyaz bir çiçeğe bakıyor. Az ötede bahçe kapısının önünde konağın kara kalfası heyecanla koşturuyor. 

“Efendimin çiçeği açmış. Haber salın! Çağırın!”. 

Bir süre sonra konağın kapısında bembeyaz sarıklı, bembeyaz sakallı nur yüzlü bir ihtiyar görünüyor. Güler yüzüyle selamlıyor etraftakileri, mutluluktan gözlerinin içi gülüyor. Bahçıvanların yanına gelip aralarından geçiyor. Ve o anda açılmasını günlerdir merakla beklediği biricik çiçeğini görüveriyor.

“İlahi çiçek.” diyor.

“Ne güzel de açılmışsın. Göğe doğru kıvrılan ince belinin üzerinde yapraklarını ne ince bir zarafetle havaya kaldırmışsın. Allanın varlığının ne güzel bir delilisin. Sanki göğe kaldırdığın kollarınla Allah bir (La İlahe İllallah) diyorsun. Öyleyse ilahi çiçek olsun senin adın, Lale olsun. Ve dünya durdukça İnsanlığa İslam’ı ve onun bayraktarı olan Osmanlıları hatırlat…” 


Merhabalar efendim. Bu yazımızda penceremizi Osmanlı Tarihi’ne açıyor ve 17. yüzyıl İstanbul’una uzanıyoruz. Burada buluyoruz hemşerimiz Ebu Suud Efendi’ yi. Ebu Suud Efendi ki Sahn ve Süleymaniye medreselerinin en kıymetli müderrisi, Ebu Suud Efendi ki Osmanlı’nın en şaşalı devri olan Kanuni Sultan Süleyman devrinin Şeyh-ül İslam’ı. Sadece din konusunda değil dış politika dâhil birçok alanda padişahın en önemli danışmanlarından birisi. Ebu Suud Efendi ki sadece kendi değil çocukları, torunları da Osmanlı’ya ve ilme hizmet etmiş önemli bir bilim adamı. Diyeceksiniz ki “bunları zaten hepimiz çok iyi biliyoruz. Be adam sen Ebu Suud’ u kime anlatoyorsun?”. Haklısınız, hepiniz Şeyh-ül İslam Ebu-Suud efendiyi çok iyi tanıyorsunuz. Ancak acaba onun için söyleneceklerin hepsi bu kadar mıdır? Ebu Suud hakkında her şey bu güne değin söylenmiş ve yazılmış mıdır? Yoksa, yaşamış en meşhur İskilip’li olan bu büyük insan hakkında unutulmuş bir şeyler kalmış mıdır?.. 

Kalmıştır sevgili dostlar hem de bu unutulmuş öykü sadece bizim değil tüm insanlığın Ebu Suud’ a hürmet duymasını sağlayacak önemlidir.

Hepimizin bildiği tüm bilimsel meziyetleri ve önemli vazifelerinin yanı sıra Ebu Suud Efendi tüm İskilipliler gibi toprağa ve bitkilere çok meraklıdır. Osmanlı ordularının gittiği her yerden kendisine yeni bitkiler gelmekte, oda bu bitkileri İstanbul’daki konağının bahçesinde yetiştirmeye çalışmaktadır. Kendisi de sık gezmekte ve gittiği yerlerde gördüğü nadide çiçekleri, bitkileri toplamaktadır. İşte böyle bir gezide kökündeki bir soğanla çoğalan, ince yeşil gövdesi üzerinde kan rengi çiçek açan bir bitkiye rastlar. Hemen soğanlarından tedarik eder ve İstanbul’a getirir. Hazret bu çiçeği o kadar çok sever ki, çevresindeki eş-dost’a paşalara, yüksek memurlara Osmanlı’nın engin ülkesinde yaptıkları gezilerde benzer çiçeklere rastlarlarsa muhakkak kendisine ulaştırmalarını rica eder. Bir zaman sonra eline Kuzey Karadeniz dağlarından-Girit’e Kafkaslardan-Yemen’e dek geniş bir coğrafyadan lale soğanları ulaşır. Bu soğanları bahçesinde ayırttığı özel bir alan diktirir ve çiçeklerini takip eder. İlk yıl ayrı renklerde ve boylarda açar çiçekler. Tıpkı getirenlerin tarif ettikleri gibi… İkinci yıla gelindiğinde ise çok şaşırtıcı bir şey oluverir. İlk yıl görülmeyen renklerde ve boylarda lalelerde boy gösterir bahçede… Düşününce bulur bu işin sırrını; farklı renklerdeki ve boylardaki çiçekler birbirlerini döllemiş ve öncekilerden çok farklı renklerde daha uzun boylu ve sivri yapraklı yeni çiçekler meydana gelmiştir. Yani laleler çaprazlanmıştır. 

Ebu Suud Efendi ince boyunları üzerinde Allah’a niyaz eder gibi yapraklarını göğe açan bu çiçekleri çok beğenir ve onlara Lale adını verir. Sonraki yıllarda bahçesindeki laleler yine birbirlerini dölleyerek değişir ve çeşitlenir, daha uzun boylu ve sivri yapraklı ve iki, üç renkli çiçekler oluşur. Lale çiçeği o kadar asil hale gelir ki hazret bu çiçeği izlemekten kendini alamaz ve sonunda lalenin gelişimini ve çeşitlenmesini kayıt altına alır. Yani dünyada ilk kez lalenin taksonomisini (sınıflandırma) yapar. Kendi yetiştirdiği lalelere İstanbul laleleri adını verir. Bu asil çiçekten Osmanlı saraylarına ve konaklarına diktirir. 

Kısa zaman sonra İstanbul muhteşem çiçekleriyle anılmaya başlar. Şehre gelen yabancı konuklar, bu çiçeklere hayran kalır. Lale gerçekten de Ebu Suud’un istediği gibi Osmanlı’nın simgesi olmuştur. Yine bu dönemde camilerin, sarayların, medreselerin vazgeçilmez motifi olarak gelişir ve geleneksel mimarimize yerleşir.

İşte böyle bir zamanda Hollanda’nın İstanbul büyükelçisi De Busbecq, ki kendisi de bir lale hayranıdır, bu asil çiçeğin peşine düşer. Kış aylarında konaklardan birinin bahçesinde çalışmakta olan bir işçi kadının yanına tercümanını göndererek çiçeğin tohumundan istetir. Bir süre sonra kalfa kadın elinde çamurlar içerisinde bir sürü soğanla çıkagelir. Büyükelçi soğanların nasıl dikileceğini tarif ettirdikten sonra kadına elinde tuttuğu soğanların ismini sormak ister. Ancak tercüman “Elinizdekinin adı nedir?” sorusunu yanlış anlayıp kadına “Başınızdakinin adı nedir?” diye sorar. Kadıncağız “Tülbent” diye cevap verir. De Busbecq çiçeğin ismini “tülbent” sanır.  İşte böyle bir yanlış anlama sonucu lale çiçeği Avrupa’ya “tulipe” adıyla yollanır ve o günden bu güne “tulip” olarak anılır. 

Hollanda elçisi soğanları Avrupa’ya ipekli kumaş taşıyan bir gemiye yükler ve kardeşine gönderir. Çiftçi olan kardeşi bu ilginç hediyeyi alınca çok şaşırır. Ne olduğunu anlayamaz. “galiba kardeşim bana sadece doğu ülkelerinde yetişen gizemli ve şifalı bir yiyecek göndermiş” diye düşünür. Soğanların bir kısmını o akşam ailecek afiyetle yerler. Ancak tadını pek beğenmezler. Bunun üzerine evin hanımı ertesi gün artan soğanları eşine göstermeden bahçeye gübrelerin üzerine atıverir. Tahmin edebileceğiniz gibi sonuç hayli ilginç olur. İlkbahar geldiğinde gübrelikte açan muhteşem çiçekler bizim çiftçiyi şaşırtmakla kalmaz aynı zamanda Hollanda’nın da kaderini değiştirir. Çiftçi bu ilginç çiçeği gözü gibi korur ve kış geldiğinde soğanlardan bir kaçını sökerek Avusturya sarayında bahçıvanlık yapan kuzeni Carolus Clusius ‘ a gönderir. Clusius çiçeği yetiştirdiğinde adeta büyülenir. Sadece o değil Avusturya Kralı da büyülenir ve onu sarayın baş bahçıvanı yapar.  Clusius kuzenlerine mektuplar yazarak çiçeği nereden bulduklarını öğrenir ve sonuçta lale üzerine Avrupa’da ilk kitabı yazar. Kitabında Ebu Suud’dan laleyi ehlileştiren adam olarak söz eder. 

Sonraki 200 yıl boyunca lale altın çağını yaşar. Tüm Avrupa’da sarayların bahçelerinde kent meydanlarında asaleti, uygarlığı ve zarafeti temsil eder. Bu dönemde Avrupa’nın en muhteşem kenti İstanbul’da Mahbup adı verilen bir soğanı 500 altın eder. Amsterdam da ise evini barkını satıp on binlerce florine lale soğanı alan, bu yüzden servetler batıran asiller olur. Ancak 18. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Osmanlı toplumunda artan yoksulluk İstanbul’da toplumsal bir zelzeleye neden olur ve Patrona Halil isyanı bu devrin muhteşem saraylarını, yalılarını ve yazık ki lale bahçelerini (lalezar) yok eder. 18. yüzyıl Osmanlısında yaşanan sosyal çöküntü maalesef iki asırlık emeğin birikimi olan nadide lalelerin başına patlar. Kıymetli soğanlar talan edilir. Bundan sonra İstanbul’da laleler hiçbir zaman eski ihtişamına kavuşamaz. 

İşte bu nedenle bu günün Avrupa’sı laleyi Osmanlı’dan aldığını kabul etmez.

Avrupa’nın bu çiçeği Osmanlı’dan önce bulup ehlileştirdiğini savunur. Buna delil olarak da Avrupa’daki lalelerin bu gün ülkemizde bulunanlardan daha asil ve kaliteli olduğunu, dolayısıyla lalenin bizden önce Avrupa’da yetiştirildiğini iddia eder. Ancak tarih gizlenemez. Carolus Clusius kitabı ve anlattıkları gizlenemez. İstanbul’un Lale bahçeleriyle ünlü Laleli semti, sarayları, camileri süsleyen lale motifleri bizden alınıp başka yerlere götürülemez. 17. ve 18. yüzyıl Osmanlı şairlerinin lale bahçelerine methiyelerle dolu gazelleri, o dönem gezginlerinin İstanbul’a ilişkin notları inkâr edilemez.  Halen sadece İstanbul ikliminde yetişen ve Ebu Suud döneminden beri adlarını koruyan İstanbul laleleri başka memleketlerde İstanbul’daki kadar güzel yetiştirilemez.

Velhasıl lale özde bir Türk Çiçeği’dir ve hemşerimiz, atamız Ebu Suud Efendi’nin tüm insanlığa armağanıdır.

Sanırım artık bu gerçeği bilmenin ve haykırarak tüm dünyaya anlatmanın zamanı geldi.

Ne dersiniz? İşe, İskilip’e Ebu Suud adına bir lale bahçesi yaparak başlayalım mı? 

Not: Bu yazı ilk kez Eylül 2005’te memleket gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu yazı 58613 defa okunmuştur .

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar