“Ben İstanbul'da yaşayan bir tekstil işçisiyim ve bugün anlatacağım hikaye, yanılsamadan kurtulup, hakikate koşmamla ilgili. At gözlükleriyle, yanlış düşündüğüm zamanın ardından ışığa çıkışımın öyküsü.
Eşim ve üç çocuğumla birlikte, binaların kutu kutu dizildiği, küçük dairelere sahip bir sokakta, apartmanın ikinci katında oturuyorduk. Memleketten şehre göç ettiğimizden beri, değiştirdiğimiz dördüncü evdi ve her seferinde, boş-uygun bir ev bulmak bir öncekinden daha da zor hale geliyordu.
Neden bilmiyorum, hayatım boyunca hiç keyif almadığım bu işte ömrümü tüketmiştim. Bir robot gibiydim. Mesai saatlerim asla değişmedi, her Allah'ın günü aynı işi yaptım, tekrar, tekrar ve tekrar. Sabahları, şehrin gürültüsünün kucağına erkenden uyanıyordum. Doğru düzgün bir kahvaltı yok. Çocuklarımı göremiyordum.
İş ile ev arasında tükenen yolculuklarım, bunaltıcı bir kalabalığın göbeğinde geiyordu. Son zamanlarda, bağırarak telefon konuşmaları, ter kokuları, kulaklıklardan taşan saçma şarkı sesleri, soğuk günlerde buğulanan otobüs camları, insanların arasında tost olarak seyahat etmem sinirlerimi bozmaya başlamıştı.
Akşam eve geldiğimde- ki bir hayli geç saate tekabül ediyordu- eşimin ve çocuklarımın yüzünü en fazla yarım saat görüyordum. Zira her seferinde, televizyon izlediğim kanepenin köşesinde sızıp kalıyordum.
Ve sanırım, tek tesellim, on dakikalık molalarda ciğerime çetiğim sigaramın dumanıydı. Düştüğüm boşluğu hayal edebiliyor muydunuz? Çocuklarımla doğru düzgün zaman harcayamıyordum, evimi zar zor geçindirmek için ölümüne çalışıyordum, şehrin bunaltıcı tarafında yalnızlığa düşüyordum ve tüm bu kaostan kaçmak için başka bir ölüme sarılıyordum.
Hevesle başladığım sigaradan keyif aldığım da söylenemezdi. Böyle bir durumdu işte; artık sadece içiyordum. Tek yaptığım duman çekmekti. Fazlası değil.
Tüm bu cehennem hissini yaşayan ruhumun vahametini fark ettiğimde, işten eve dönüyordum. Gün geceye devrilmek üzereydi. Elimde yeni tutuşturduğum bir sigara, dar bir mahallenin ortasında yürüyordum. Mora çalınan gökyüzüne baktığımda, sokak boyunca uzanan apartmanların hizasını gördüm. Aynı boydaydılar. İçleri kutulara bölünmüştü. Ben dışarıda yürürken, bir an için o binaların odaları daracık göründü gözüme. Kendimi devler diyarında bir karınca, hatta oyuncak gibi hissettim.
Ne yapıyordum? Bu şehre neden gelmiştim? Şehir olduğu için mi? İyi ama en son ne zaman çalışmak dışında bir şey yapıp ailemle, şehrin görülmesi gereken yerlerine uğramıştım? Kendimi sıkıştırdığım hayat beton duvarlarının arasında hapis değil miydi? Neden memleketimi terk etmiştim? Çiftçilik yaptığım için mi? Peki o zaman daha rahat ve güzel bir hayatım yok muydu? Eskiden istediğim gibi gökyüzünü seyretmez miydim?
İşte tüm bu düşünceler, devrime gitmeme sebep oldu. Aniden memlekete geri dönüp toprak ekmeye karar verdim çünkü böylesi daha mantıklı bir hareketti. Gerçekten yaşamadıktan sonra şehirde kalmanın ne hikmeti vardı?
Memlekete geri döndüğümüzde bazı sıkıntılar çıktı elbet. Çocuklar alışmakta zorluk çekti fakat akıllı davrandım. Mirastan bana kalan arazi, pek fazla değildi. Bu yüzden yüksek kar yapmak zorundaydım. İlçedeki ziraat görevlisine gidip, toprağın değerlerini ölçtürdüm. Ne ekmem gerektiğini bilgisayar çıkardı ve ben de bu doğrultuda yürüdüm. Ertesi yıl daha fazla kazandım, yeni dönümler satın aldım.
Bu böyle devam etti. Fakat en güzel kısmı şuydu; çocuklarımla vakit geçiriyordum. Dağ eteklerine çıkıp gün batımının kızıllığını seyrediyordum. Rüzgar tenime nüfuz etmeden evvel, betonları değil, yaprakları okşuyordu.
YORUMLAR