Vali Orhan Öztürk’ün 3 yıl önce kaleme aldığı yazı Yeni Şafak Yazarı Atilla Yayla tarafından köşeye taşındı. Bizde Yeni Şafak’ta bir bölümü yayınlanan yazının tamamını yayınlıyoruz.
657 SAYILI DEVLET MEMURLARI KANUNU: TERÖRDEN VE KANSERDEN BETER!
İşe göre adam değil adama göre iş sisteminin bu ülkedeki kamunun personel çalıştırma sisteminin esası olduğu hepimizin malumudur. Asker sivil bürokratlar sadece devleti değil neyi kurdularsa iş ve hizmet hep ikinci planda kalmıştır dünyada ve Türkiye’de…
Kadrolu memurları, istihkak ödemesi adı altında müteahhitleri, garanti altındaki mevduatları ile bankaları, bazıları kamuya yararlı dernekleri, kamu kaynaklarına sahip vakıfları, resmi ödenekli tiyatro ve sanat kurumları ile kamu; ideolojik ön kabulleri sebebi ile hizmet üretimi için değil istihdam için kurgulanmıştır. Bu kurgunun ülkeyi kalkındırmak, geliştirmek ve zenginleştirmek gibi bir gayesi hiçbir zaman birinci planda olmamıştır. Bütün reform çalışmaları bu bakış açısı değişmediği için toplumla dalga geçmeye, değişerek, reform yapıyor havası ile aynı kalmaya yönelik olmuştur.
Tek bir imza ile devlet hayatına giren kadrolu personelin 65 yaşına kadar risksiz ve rekabetsiz, bazen sendikal yapılar sayesinde de güvenceli bir sistemde çalışma olgusu bu ülkenin en az anayasa konusu kadar önemlidir. Çünkü anayasanın değiştirilmesine mecbur kalınan bütün olumsuzlukların çıkış sebebi; sorumluluk üstlenmemiş, tembellik veya yetersizlikten dolayı cumhuriyet tarihinde tek bir kişinin dahi işsiz kalmamasını sağlayan 657 sayılı Devlet Memurları Kanunudur.
Dolayısıyla memurlarımızca yapılan hizmet bir görevin ifası değil lütuf tarzındadır. Eh her zaman memurumuzun lütfunu beklemek olmaz… Bu devlete bu kadar hizmet ettim demek aslında bu kadar sene lütfettim demektir. Bazı emekli bürokratlar bunun için haklı olarak ‘kahır’lanmaktadırlar.
Üst düzey atanmış idareci ve bürokratların medyada veya kamuoyunda yer alan bazı hizmetleri, açılan kampanyalar vs… bu ülkenin gelişmesi, kalkınması yolunda yangını su bardağı ile söndürmeye benzeyen rahatlatma çalışmalarıdır. Seçimle gelenlerin yaptıkları yüzlerce faaliyet ve hizmetler görünmezken, anlatılamazken bu tür mevzi hizmetler, devlet millet el ele kampanyaları aslında sırtında yumurta küfesi olmayan bürokrasinin meşruluğunu genişletme çalışmalarıdır. Bir de bürokrasinin kendisini devletin yerine koyarak aynı kutsallıktan faydalanma uyanıklığı da işin farklı bir yönü…
Türkiye’de odacısından müsteşarına kadar bürokratlar; işsiz kalma korkusu ve rekabet mecburiyeti olmayan bir sistemle çalışmaktadır. En fazla yerini veya pek çok hakkı mahfuz tutularak makamını kaybetmektedir. Seçimle gelen yöneticiler ve hükümetlerin altında meraksız ve mesleksiz bir toplum oluşumuzun da doğal etkisiyle liyakat değil sadakat esasına göre atanmış; işsiz kalma endişesi olmayan memurlar ya da kamu görevlileri eliyle başarı beklenmektedir. Bu yapı refah, gelişme, zenginleşme ve demokrasinin önündeki en büyük engeldir. İş adamı ve sanayiciler bunun en fazla idrakinde olan kesimlerden bazılarıdır.
Kalitesiz, yetersiz ve talep olursa hizmet üretmeye çalışan, yumurta- kapı olgusuna sahip bir refleks ile kamu yönetim anlayışının ülkeye genelde kaybettirdiklerinin; aslında bu konudaki kötü örneklerin ve istismarların verdiği zararlardan kat be kat fazla olduğu görülememektedir.
Siyasi iktidarlar bu sebeple 2012 yılında da bürokrasi üzerinde gerçek anlamda hala muktedir değildir.
Siyasetçinin koltuğunu kaybetme ihtimali vardır. Yarın belediye başkanları işsiz kalabilir. Tüccarın veya sanayicinin iflas riski vardır. Bunlar aynı zamanda kuvvetli bir iç ve dış rekabet ortamında da çalışırlar.
Hiçbir esnaf müşterisine bugün gir yarın gel diyemez, demez. Siyasetçinin mesela bir belediye başkanının da seçmenine ‘senin oyun bana lazım değil’ demez, derse bu sözü ölene kadar karşısına çıkar. Seçmenine özellikle dar çevrede saygısızlık yapamaz, ilgisiz kalamaz. Ama bürokrat bugün git yarın gel hatta gelme, defol vs… sözlerini rahatça söyleyebilir, odasından vatandaşı haklı ya da haksız kovabilir. Çünkü vatandaş kim ne derse desin bürokratın patronu değildir.
Vatandaşın oyunu alabilmek parasını almaktan da bazen zordur. Bürokratın böyle bir derdi ise yoktur. Kadrolu çalışma sistemi içinde evrensel standartlarda başarı hikâyelerine rastlamak çok zordur. Bu ülkede bu anlamda başarılı bütün kurumlar ve çalışmalar risk ve rekabet esasına göre personel çalıştıran kurumlar ve yapılardan çıkmaktadır.
Dünyada böyle patron modeli sadece bu ülke bürokrasisine mahsustur. Masasına yanlışlıkla dokunanı, izin almadan, otur demeden masanın yanındaki boş koltuğa veya sandalyeye oturan vatandaşı odasından kovan idareci tipi şimdi azalsa da geçmişte çoktu.
Memuriyet; girdiğinizde çıkışı olmayan adeta dünya cenneti gibidir.
Bu ilişki bir Katolik nikâh ilişkisi gibidir. Katolik anlayışta tanrının huzurunda yapılan bir anlaşmayı ancak tanrı bozabilir şeklindeki boşanma yasağı devlet memuriyeti için de geçerlidir. Memura her türlü cezayı verebilir ama işten çıkartamazsınız. Suç sonucu memuriyetten atılma gibi durumlar elbette bu olgunun dışındadır.
Bürokratlar için toplam kalite, misyon, vizyon gibi laflar akademik lafazanlıktır. Her çıkan kanunla yeni haklara imtiyazlara kavuştuğu açıktır. Memur olmayanlara karşılık bilinen ve bilinmeyen inanılmaz imtiyazlarımız her pozisyondaki memur için vardır. Basit bir örnek verirsek; etliye sütlüye karışmadan sürenizi otomatiğe bağlanmış terfilerle tamamladığınızda yeşil pasaport alma imkânınız vardır. Sosyal tesisler, hukuki düzenlemeler vs… ayrı bir husus…
Türkiye’de her ekonomik krizde binlerce kişi işini kaybedebilmekte, her siyasi krizde de yüzlerce siyasetçi koltuğunu kaybedip işsiz kalabilmektedir.
Ancak devlet memurları ekonomik kriz veya siyasi krizde yine işinin başındadır. Memur için kriz diye bir kavram olamaz. Maaş mutlaka zamanında ödenir. Çünkü kamu hizmeti kutsaldır, hizmetlileri de bu kutsallıktan payını alırlar. Biz bu yapıdan hizmet bekliyoruz saf saf… Biz bu kadro yapısı ile Türkiye’de eğitim başta olmak üzere hangi problemin çözülmesini bekleyebiliriz? Din hizmetlerinde bile kadrolu çalışanlar ile iş kanunlarına göre çalışanlar arasındaki performans farkı ortadadır.
Devletin tenkit edilen her eksikliği yanlışlığı ve yetmezliğinin en temel sebebi kamu personel sistemidir. Kamu kesimindeki medyaya da yansıyan sefalet ve rezalet manzaralarının esas sebebi bu çalışma sistemidir. Bu sistemin temelleri Tanzimatın son zamanlarında atılmış, cumhuriyet döneminde iyice yapılandırılmış ve 657 sayılı kanunla taçlandırılmıştır.
Bu ülkenin dış düşmanlarının yerinde olsaydım ve ülkenin geleceğine dinamit koymak isteseydim ve başka bir şeye gerek olmayacak tek bir iş yapsaydım; bugünkü 657 sayılı DMK yı getirir sonra da keyfime bakardım. Dış düşmanlarımızın basireti olsa ülkemizi karıştırmalarına hiç gerek olmadığını görürlerdi. Çünkü bu sistem ve mevzuatla 50 -100 senede toplumu sıradanlaştırırsınız. Eh! Sıradanlaşan bir toplumun kime ne zararı olur kendisinden başka….
Darbe anayasalarının esas yaptığı budur.
Türkiye’deki bürokrasi probleminin düğümlendiği tek ve esas nokta da budur.
Modern devletin birinci şartı olan bürokrasi ülkemizde her türlü geriliğin, gelecek körlüğünün, yumurta- kapı olgusunun, tek tipçi anlayışın ve statükonun en güçlü dayanak noktasıdır. Bu husus bu ülkedeki her türlü değişimin anayasadan evvel birinci sebebidir.
Bürokrasi; Katolik nikâhı gibi bir evlilik ilişkisi içinde, verimsiz, performansı sorgulanmayan, bildiğimiz ve bilmediğimiz inanılmaz imtiyazları, hakları sebebi ile bütün iyiliklerin güzelliklerin ve gelişmenin kalkınmanın önündeki yegâne engeldir.
Bürokratın iyi- kötü, solcu- sağcı olması, dindar veya dinsiz olması hiç fark etmez. Siyasi hükümetlerin getirdikleri kişiler ile götürdükleri arasında fazlaca fark yoktur. Hükümetler yolcu o hancıdır ve bunu iyi bilir.
Bürokrat her rejimde, siyasi partide, her iktidarda yerini alır, olan vatandaşa olur.
Üstelik katı devletçi, hiyerarşik kadro yapılanmaları içinde batmış eğitim ve kültür yapısı ile toplumumuzun neredeyse tamamını hangi ideoloji, inanç sahibi olursa olsun memuriyet güvencesi garantisi altında çalışmayı içselleştirmiştir. Bu güvence siyasi iktidarların hep keyfi ve partizanca davranacağı varsayımı ve buna dair yüzlerce kötü örnek verilerek kökleşmiştir.
TBMM’de çıkan her kanunun içine bazı bakanlık koridorlarında mutlaka yeni kadroların konulması ihdas - iptal cetvellerinin ilavesi çoğu siyasetçinin gözünden kaçmaktadır. Halkımız da her yeni bir kurum kurulduğunda ilgili hizmetin daha iyi yapılacağına maalesef ciddi olarak inanmıştır.
TBMM koridorlarında fikri takip ve ısrarlı istikrarlı çalışmalarla verilen en büyük mücadele yeni kurumların oluşması sonucu ihdas edilecek yeni kadrolar ve ek göstergeler mücadelesidir. Bakanlıklar, il, ilçe, üniversite, yeni üst kurulların oluşumu vs… yeni kadroların, yeni personel alımlarının temel gerekçesidir. Hiyerarşik resmi kurumlar ve oluşumların sosyal, kültürel ve ekonomik anlamda verimli ve fonksiyonel olamadıkları görüldüğü halde bu süreç her dönemde devam etmektedir. Başarılı sosyal ve ekonomik oluşum ve kurumların hangisinde kadrolu personel çalıştırılmaktadır? İl ve ilçe yapıldığı için gelişen, kalkınan bir yer, bakanlık, müsteşarlık veya genel müdürlüğü kurulduğu için eskisinden daha iyi verilen hangi hizmet vardır?
15 - 20 kişilik bir memur veya kamu işçisi kadrosuna yüzlerce müracaatın olması buna karşılık özel sektörde vasıfsız işler için bile işçi bulunamamasının sebebi performansa dayalı iş kavramının olmayışından başka ne olabilir? Bu durum iş ahlakını kültürünü de sabote etmektedir. Ziyaret ettiğim bir valilik binasında valilik katındaki 9 tane hizmetliye rağmen temizlik gibi işlerin İl Özel İdaresi bünyesindeki taşeron şirket işçileri tarafından yapılmak zorunda kalındığını Yazı İşleri Müdüründen dinlemiştim. Kadrolu hizmetçiye söz geçmemektedir, çünkü işini kaybetme riski yoktur. Buna dair örnekler yüzlercedir.
Aslında çok az istisna ile bütün kamu görevlilerinin norm kadro sistemleri içinde; süresi belli sözleşmeli statüye geçilmesi gerekirken kadroya almak bugün de bazı bakanlar nezdinde bile kazanım olarak takdim edilmektedir. Sözleşmeli statüdeki öğretmenlerin kadrolu olma mücadelesi hiç bitmez. Elbette bu statüde düşük ücret gibi olumsuzluklar göz ardı edilemez ama esas sebep garantili bir iş sahibi olmaktır.
Bürokratik zihniyet mevcudu da dahil olmak üzere siyasi iktidarlara en büyük golünü geçici veya sözleşmeli çalışanlar için düşük ücret belirlemek sureti ile atmaktadır. Kadrolu çalışanlara verilen ücret ve imkânlar bunlardan esirgenerek bunların performansı sorgulanmayan yüksek ücretli işlere girme gayretini her konuda yoğunlaştırmaktadır. Ama Ziraat Bankası Coşkun ULUSOY döneminde 1990 yılında memurlarını daha yüksek ücret vererek sözleşmeli statüye geçirmiştir. Sözleşmeli öğretmenlerin kadroya geçme talepleri bu açıdan yersiz değildir.
Başka bir gol de yetkiler kullanılırken kurumun başında olan kişiye değil genel müdürlük, bakanlık denilmek suretiyle bürokrasi siyasetçinin yetki ve kaynak kullanımına ciddi bir sorumluluk üstlenmeksizin ortak olmaktadır. Çünkü bakanlık denince şube müdüründen başlayarak müsteşara kadar prosedürü tamamlamak zorundasınız. Dolayısıyla bakanın verdiği talimatlar alt kademelerde kaybolabilmektedir.
O zaman siyasilerin koltuğunu bırakmak istememelerini neden tenkit ediyoruz? Seçimle gelen belediye başkanının milletvekilinin hatta başbakanın bile koltuğunu kaybetme riski varken bunların emri altında idari nitelikte çalışan personelin iş güvencesi nasıl olabilir? Bunların da kadrolu çalışması gerekmez mi?
Siyasal Bilgiler Fakültesinde bize ABD’de başkan gittikten sonra yüzlerce memurunda gittiğini yeni gelenin yüzlerce yeni görevli ile geldiği konusunu spoil; yağma sistemi diye öğretmişlerdi. Başarı bir ekip işi ise bunun yani kadrolaşmanın neden yanlış olmadığı hiçbirimizin aklına gelmedi. Burada olmayana ergi metodunu kullanabilirsiniz.
Kendi görüşlerine göre devlet kadrolarına memur işçi alan siyasi iktidarlar veya yerel yönetimler buna rağmen kalıcı olamadılar. Kadrolaşma iktidarda kalmak için yetseydi CHP, AP, ANAP, DYP 100 sene iktidarda kalırdı. Kadrolaşma AK Partinin başarısında sanıldığından daha az bir yere sahiptir.
Belediyeler başta olmak üzere yerel yönetimlerden başlayarak hizmet alım sistemlerine veya sözleşmeli personel çalıştırma sistemlerine geçtikçe başarı gelmeye başladı. Buna dair yüzlerce örnek ortadadır. Belediyelerde hizmeti üreten kesim geçici işçiler ve hizmet alım sistemiyle çalışan personeldi. Çünkü işlerini kaybetme riski vardır. Bu risk sonuçta işin ve hizmetin garantisidir. Kadroya geçen ineğin bile süt verimini düşürdüğüne dair mizahi anlatımların yüzlerce örneğini çoğumuz duymuşuzdur.
Başarısız, tembel, sorumsuz memurun işini kaybetme riski olmadığı sadece görev yerini ya da makamını kaybettiği bunun da bir sürü mahkeme safahatına sebep olduğu sistem tek kelimeyle ıslahı gayrikabildir. Bu husustaki kötü örnek ve uygulamalar ise işin esasının gözden kaçırılmasına bahane olarak kullanılmaktadır.
Devlet hizmeti ticaret veya siyaset gibi değildir denebilir. Ama riskin ve rekabetin olduğu ekonomide dünyada 16. sırada iken insani gelişmişlik endeksinde 92. sırada, 183 ülke içinde yolsuzluk ve rüşvette 61., ingilizce yeterlilik endeksinde 44 ülke içinde 43., öğrencilerimizin okuduğunu anlama becerisinde 34 ülke içinde sondan dördüncü oluşumuzun kaynağında bu olgu vardır. Bu utanılacak rakamları daha da uzatmak mümkündür.
Kamu hizmetini yürüten kişilerin güvence altında olması gerekir anlayışı uygulamada; hizmet üretse de üretmese de memurun güvence altında olması şekline dönüştü. Hizmetin güvence altına alınması şarttır, memurun veya işçinin değil… Elbette bu keyfiliğin suiistimal ve haksızlıkların alıp başını gideceğini göstermez. Hizmetin sahibi sorumlusu yok hizmetlinin, memurun sahibi çok… Bu makul mü?
İşini kaybetme riski ve rekabet ortamında çalışmayan kamu görevlileri elinde bu ülkenin aslında geleceği ve iddiaları berhava edilmektedir. Gayretli, fedakâr, heyecanlı bazı memurlar bu ülkenin geleceğini ve iddialarını yok eden verimsiz, israfçı, yaz- çizci, toplumun hassasiyet ve beklentilerini dikkate almada kaplumbağa hızıyla çalışan bürokratik yapıya geçici nefes fonksiyonunu ifa etmektedirler. Bu tür kimseler de zaten zamanla ne kadar hatalı (!) olduklarını idrak etmekte ve karşılaştıkları birçok olaydan sonra da sıradanlaşmaya başlayarak ‘doğru yolu’ bulmaktadırlar.
Osmanlıda başarısız olanın, hata yapanın serveti yanında kellesini de kaybettiğini, üst düzey görevlere bu espri içinde talip olunduğunu okuyoruz. Ya devlet başa ya kuzgun leşedir… İmparatorlukların gücü biraz da buradan geliyordu. Bugün de Batıda, gelişmiş, demokratik, zengin ülkelerde yanlış yapanın, yetersizliği tescillenen hiç kimsenin görevini devam ettirmesi mümkün değildir. Bazen istifa sebeplerinin bize şaka gibi geldiğini hepimiz görüyoruz.
İş hukukuna dair kanunlar işçiyi yeterince korumaktadır. Buna bazı ilaveler yaparak kamu çalışma sistemini de süreye bağlı sözleşmeli yapıya veya hizmet alım uygulamalarına acilen dönüştürmek şarttır. Bu sayede milyonluk şehirleri 50-100 kişiyle yönetmek, ülke çapındaki hizmetleri bir avuç personelle vermek mümkündür. Şube müdürü seviyesinden yukarıya çıkarak iyi bir ücret artışı yoluyla sözleşmeli statünün yaygınlaştırılması şarttır. Bunun için de devletin icraatçı yapıdan her alanda acilen çıkartılması şarttır. Başbakanın bile kadrosunun olmadığı bir yapıda ona bağlı olarak çalışan memurların garantisi olamaz. Teknik nitelikli işlerde bile kadrolu çalışma olmamalıdır.
İş hukukunun yaygın olduğu bir kamu çalışma düzeninde sendikaların da daha güçlü olması söz konusu olacaktır. İşten çıkarmanın adeta imkânsız olduğu bir ortamda sendikacılık gerçek bir sendikacılık olamaz. Türkiye’de 11 milyonluk aktif işçi sayısının %10’u sendikalı iken 2.5 milyonluk kamu görevlileri sayısının sendikalılık oranı %60 civarındadır. Bu oran kısa sürede hızla da artacaktır. Yani kamu görevlileri hem ciddi bir iş garantisine hem de yüksek sendika güvencesine sahiptir. Dolayısıyla toplumumuzun gerçek anlamda evrensel standartlarda kamu hizmeti alması alınan bütün tedbirlere rağmen hala imkânsızdır. Çünkü bu yapı verilmeyen hizmetin, kamudaki yanlışlık ve yetersizliklerin hesabının sadece siyasilere fatura edildiği bir yapıdır. Siyasilerin partizanlık, adam kayırmacılık gibi haklı haksız tenkidine yol açan dramı da bu noktadan başlamaktadır.
Bu sebeple 657 sayılı garantili çalışma düzeninin bu ülkeye verdiği zarar terörden 100 misli daha fazladır. Ekonomik büyüklükte 16. sırada olan ülkemiz diğer bütün alanlarda dünyada bazı Afrika ülkelerinin bile gerisindeyse bunun sebebi bu çalışma sistemidir. İşsizliğin, devlette her türlü yolsuzluk, ihmalkârlık, vurdumduymazlık, evdeki yangını su bardağı ile söndürmeye benzer uygulamaların, 5 birimlik hizmet edip 50 birimlik reklam yapmanın, dayatmacılığın, anayasayı değiştirmeye gerek duyulan yanlışlıkların birinci sebebi aslında kamudaki ömür boyu garantili çalışma sistemidir.
İşin garibi; düzeltmeye çalıştıkça sistem daha da güçlenmektedir.
ABD’de yapılan bir araştırmada devlet neyi özelleştiremez sorusuna cevap aranırken buldukları çözüm karar alma yetkisi hariç her şeyin özelleştirilebileceği şeklinde çıkmış. Dolayısı ile devleti icraata dair konulardan çıkaran, yönlendiren, şimdiki gibi bir elin yaptığını öteki elin denetlediği gibi değil; hariçten, menfaatleri çatıştırarak denetleyen bir bakanlık ve yerel yönetim yapısını kurmak şarttır. Yoksa mevcut bakanlık yapıları veya kurduğumuz yeni kurumlar kimin nereye geleceği kavgasından başka bir işe yaramamaktadır. 2012 yılında da bu konunun istisnası maalesef olmamaktadır. Hatırlamakta fayda var bu yapı neyi yapmaya çalışırsa tersiyle karşılaşmaktadır.
İş adamla yürür. Anayasayı değiştirsek bile oradaki ilkeleri işsiz kalma riski olmayan bürokrat ile hayata geçirmeye çalışacağız ve sonuçta bu anlayışla dünyanın en ilerici demokratik anayasasını da yapsak yenilerine ihtiyaç ortadan kalkmayacaktır.
Bugüne kadar sosyal, kültürel ve ekonomik hiçbir ihtiyaç kadrolu personel çalıştırarak GERÇEK ANLAMDA VE KALICI çözüme kavuşturulamamıştır.
Kaldıralım 657’yi; bakın binlerce problem nasıl kendiliğinde çözüme kavuşacak!
Orhan ÖZTÜRK
İstanbul Küçükçekmece Kaymakamı
YORUMLAR