(CENDERME) ÇAKIR MEHMET
Hüseyin Kılcı-
Babam, fakir bir hayat yaşamış, ancak, düzgün ve güzel ahlâkı ile çocuklarına tertemiz hâtıralar bırakarak bu dünyadan ayrılmış muhterem bir insandı. En büyük oğlu olarak onu anlatmaya bir hatıramla başlamak istiyorum.
Liseyi bitirdikten sonra, İskilip’in Bayat nahiyesine bağlı Tepe Kutuğun köyünde iki dönem vekil öğretmenlik yaptım. Okulda dersler bittikten sonra günün geri kalan köy odasında, köylülerle sohbetle geçiyordu. Bir gün konuşma sırasında nereli olduğumu sordular.
–İskilip’liyim dedim, bu defa
–Kimlerdensin? diye sordular.
– Jandarma Çakır Mehmet’in oğluyum, dedim. Birden heyecanlanıverdiler. Hemen hepsi babamın Bayat’ta görevli olduğu onbeş yirmi sene önceki günleri hatırlayacak yaştaydı. Bir ağızdan:
– Ya! Demek bizim Cenderme Mehmet efendinin oğlusun!
Bu defa şaşırma sırası bana gelmişti.
Babamı tanımaları normal olabilirdi. Neticede ilçe olmadan önce İskilip’e bağlı bir nahiyenin köylüsü idiler. Babam çocukluğumda cuma günleri Bayat’ta kurulan pazara gider, mevsimine göre tiftik, yumurta, ceviz gibi şeyler alırdı. Ara sıra beraber de gittiğimizi hatırlıyorum. Ufak tüccar olarak Bayat pazarında her insanla karşılaşması normaldi. Fakat köylülerin onun ismini duyunca bu kadar heyecanlanmaları garibime gitmişti.
– Hayırdır, niye şaşırdınız, diye sordum. Cevap odadakilerin en yaşlısı Hasan Ağa’dan geldi.
– Hocam, senin baban çok muhterem bir adamdır. Benim muhtar olduğum zamanlardı. Gâvurun birbirleriyle harp ettiği yıllarda(İkinci Dünya Savaşı) devlet ambarlarda arpa, buğday nohut ne varsa birazını bırakıp, fazlasına el koyar, köy camilerine taşıtırdı. Sonra da onların hepsi küflenip atılırdı!
Baban, Bayat karakolu kumandanı iken bir gün çevre köylerin muhtarlarına haber gönderip, Bayat’a çağırdı;
– Hepiniz birer kutu kırmızı yağlı boya alıp köylerinize dönün. Ben köyünüze gelince boyalar hazır olsun. Diye tembihledi.
O zamanlar cendermenin emri emirdi. Boyayı alıp köye döndüm. Baban askerlerle bizim köye geldi, herkes meydana toplandı. Her hanenin yetişkin ve küçük çocuklarını kâğıda yazdı. Sonra evlere gittik. Ambarları boşalttırmadan ekinleri bir tarafa çektirip, yağlı boya ile ambarların içlerine kullanma sınırımızı belirten çizgiyi çizdi. İşini bitirdiği evlerden ayrılırken,
– Bu seneki ihtiyacınızı beraberce tespit ettik. Çizgilerin altından ekin almanın cezası çok büyük unutmayın, Deyip gitti. Böylece ekinlerimiz küflenmekten kurtuldu, ziyan olmadı, biz de sıkıntı çekmemiş olduk. Camimizde de namazımızı kıldık. Allah razı olsun. Demişti.
Babam bir süre Laçin’de görev yapmış, burada da derin bir iz bırakmış. Çocukluk yıllarımda Sarin köyünden köy katibi Şevket Ağa, mevsimine göre elinde bir sepet iri ve katı kiraz, bir bakraç yoğurt, peynir gibi hediyelerle senede bir iki defa babamı ziyarete gelir, babam da O’nu ziyaret ederdi. Şevket ağa, babamın köylüye karşı ne kadar âdil olduğunu, köylünün memnuniyetini, babamı anlatmakla bitiremezdi. Şevket ağa alevi idi. O zamanlar herkes birbirini tanır, kim kimin ne olduğunu bilir ve kimse kimsenin inancı ile ilgilenmezdi. Babam camiye gidince o evde kalır, annemle, köyde kaldıkları günlerin hâtıralarını yâd ederlerdi. Kardeşim Ali’yi ilkokuldan sonra Çorum İmam Hatip Okulu’nda okutmak istemiş, kayıt için Çorum’a gittiklerinde okulun yanındaki vakıf öğrenci yurduna giriş imtihanı kaçtığını öğrenmiş. Bu işin olmayacağını düşünürken Çorum’da Şevket Ağa’nın dükkânına uğramışlar. Durumu anlatınca o da kardeşimin kendi evinde kalabileceğini söylemiş. Ali bir sene onlarda kalarak okula başlamış, daha sonraki yıllarda imam hatip okulunun ortaokul kısmını Ankara’da tamamlamıştı. İskilip’te de lise açılınca memleketimizdeki lisede eğitimine devam etmişti.
Bir gün babamla çarşıda dolaşırken Hocanın Muhittin emmi ile karşılaştık. İyi arkadaştılar. Önceleri iş ortaklıkları da vardı. Hoş beşden sonra,
– Hadi parkta birer çay içelim dediler. O sırada ikindi ezanı okundu. Babam;
– Ben namazı kılıp geleyim. Sizi bulurum. Deyip ayrıldı. Parka gidip oturduk. Çaylarımızı söyleyip sohbete başladık. Konuşma sırasında Muhittin emmi,
– Biliyorum Hüseyin’im babanız sizden memnun. Yine de ona karşı davranışlarında çok dikkatli ol, baban ermiş bir insan olabilir, sakın bedduasını alma. Diye yaptığı tembihi hiç unutamadım.
Yine unutamadığım basit gibi ama ders dolu bir hikâyem var. Ortaokul sıralarında olduğum günlerden birinde, Uludere’deki bahçeden eve dönüyordum. Karşıdan eşeğin üstünde yaşlıca bir adam geliyordu. Yolda bizden başka kimse yoktu. Tam adamın yanından geçip gidiyorken adam bana seslendi,
– Hey delikanlı, kimlerdensin?
– Jandarma Çakır Mehmet’in oğluyum.
– Çok yazık. Baban İskilip’in değerli insanlarından biridir, emme sen ona çekmemişsin, dedi ve devam etti.
– Üstüne bindiğim bu eşek bilmez, fakat böyle kırda bayırda karşılaşınca selâmlaşmayı insanoğlunun bilmesi lâzımdır. Selamünaleyküm, hadi güle güle!
Babamla ilgili böyle pek çok olayla karşılaştım.
Çocukluğumda babama gelen mektup zarflarının alıcı yerinde ve telgraf başlıklarında “Sayın Bay Mehmet Çakır” yazardı.
Ortaokula başladığım sene beni şaşırtan bir mektup geldi. Zarfın üzerinde, “Sayın Bay Mehmet Kılcı” yazıyordu. Böyle soyadlı bir mektubun geldiğini ilk defa görmüştüm. Babam zarfı açtı ve mektubu bana uzatarak:
– Memleketten gelmiş. Oku bakalım, Nusret ne yazmış? Dedi.
Mektupta, babasının vefat ettiği, ölümün hak, mirasın helâl olduğu, dolayısıyla da miras paylaşımı için köye gelmesi gerektiği yazıyordu. Babam bu habere çok üzülmüştü. Dizlerinin üstüne çöktü, yüzünü elleri ile kapattı. Yarım saat, belki daha da fazla o vaziyette kaldı. Ellerini yüzünden çektiğinde gözleri kızarmıştı. O gün hiç konuşmadı. Ertesi gün;
– Kâğıt kalem getir de mektuba cevap verelim, dedi.
Cevap kısaydı. “Nusret, ne babam bana babalık yaptı, ne de ben ona evlâtlık. Bu sebepten, helâl de olsa mirastan hak talep etmiyorum. Benim hisseme düşeni, mirasçılar arasında eşit olarak paylaştırın. Herkese selâm ediyorum.”
Belki yaşımız küçük olduğundan daha önceleri geçmişi ve akrabalarımız hakkında pek konuşmazdı. Hâliyle benim de bu Nusret hakkında bilgim yoktu. Babamın büyük üvey ablasının oğluymuş. Daha önce böyle şeyleri hiç anlatmadığı için, bir öz ablası, beş adet de üvey kız kardeşi olduğunu bu vesile ile öğrenmiş oldum.
Akrabalarımızdan ilk tanıdığım, kucağında küçük kızı olan, 1958 yılında babamın memleketinden getirdiği Fatma abla idi. Öz halamızın kızı imiş. Halk arasında köstü denen bir hastalığı vardı. Bahçelerde köstebek tarafından dışarı atılan toprak yığınlarına benzediği için bu isim verilmiştir belki de. Fatma ablanın vücudunda yumrular vardı. İzmir ve İstanbul’da doktora gitmiş, hastalığı iyileşmemiş. Babam Evlik köyünde bu gibi bazı hastalıklara iyi geldiği bilinen bir ocağın varlığından haberdarmış. Evlik’e götürdüler. Orada ne kadar kaldığını hatırlamıyorum, ancak köstülerden tamamen kurtulmuş olarak geldi. Bir daha da bu hastalık nüksetmemiş. Fatma abla iki üç ay kadar durduktan sonra Balıkesir’e döndü.
Annemin herhangi bir vesileyle arada bir anlattıkları dışında, çocukluğumda, babamın ağzından kendi hikâyesini dinlemedim. Bazı davranışlarına mana veremezdim. Meselâ, yemek zamanı sebep olmadan sofrada kardeşlerden birinin eksikliği hâlinde, yemeğe başlanmazdı. Babam akşam namazını çoğu zaman evimizin yanındaki Kayakoparan camisinde kılar, eve geldikten sonra sofraya oturulurdu. Bir yaz akşamı, Şeyh Yavsî (Şeyasu) Camisinin yanındaki karaağaçların altında kendimi oyuna fazlaca kaptırmış, yemek vaktinin geldiğini unutup hâlâ sokakta kamışım. Ansızın bir el kulağıma yapıştı.
– Saatin kaç olduğundan haberin var mı?
diye sordu. Baktım babam idi. Eve doğru yürürken şöyle dedi:
– Ben hayatımda hiçbir zaman babamla sofraya oturup yemek yemedim.
Bunun sebebi, dedem sofraya ailesi ile oturmaz, yemeği odasında tek başına yermiş. Bir defasında bana bunu anlatınca, çocukluğumda kulağımı niçin çektiğini daha iyi anladım. Esasen ev halkının tamamı olmadan babamın yediği yemeğin boğazından geçmediğini söylemesinin sebebi buymuş.
Babamın gözlerini kaybedip, eve kapanmaya mecbur kaldığı 1995 yılından itibaren ara ara geçmişe ait hikâyelerini dinledikten sonradır ki söylediklerinin boş laflar değil, içinde kalan ukdeler olduğunu anlayabildim. Hakikaten insanlığı ve yaşayış tarzı ile bu dünyada çektiklerini hak etmemişti. Allah rahmet eylesin. Babam 2000 yılında vefat etti. İnşallah öbür dünyası mamurdur.
Babam Balıkesir, İvrindi ilçesinin Korucu Nahiyesine bağlı Kılcılar Köyünde doğmuş. Nüfus cüzdanında, 1331 / 1915 yılında, dolayısıyla Osmanlı devrinde doğduğu yazılı idi. Annesi doğumda veya doğumdan hemen sonra vefat etmiş. Bunu sormak benim aklıma gelmedi, O da zaten çocukluğu ve gençliği hakkında fazla bir şey söylemezdi. Öz olarak bir ablası varmış. Babası Hasan Hüseyin tekrar evlenmiş ve bu evliliğinden beş kız kardeşi daha olmuş.
“Analığım çok gaddar ve zalim bir kadındı. Öz ablam da analıktan daha gaddardı”, derdi babam.
Çoğu zaman aç kaldığı, açlıktan bayıldığı olurmuş. “Bir parçacık yavan ekmeğe razıydım, ancak o da kilerde kilit altındaydı. Ablama ne kadar yalvarsam da kâr etmezdi.” diye anlatmıştı. Bazen Köyün yakınındaki dereden balık tutar, ateş yakıp pişirip yermiş. Ateş bulamadığı zaman balığı çiğ olarak bile yediğini bile hatırlıyordu.
Babam okul çağına geldiğinde köyde ve civarında ne okul ne de öğretmen varmış. Üstelik onun çocukluğunda eski yazı öğrenilmesi ve öğretilmesi de yasaklanmış. Aslında köy camisinin hocası çocuklara Kur’an ve bazı bilgiler öğretmek istemiş, ancak başaramamış. Çünkü jandarma bu eğitimi engellemek için emir aldığından, sık sık köye baskına gelirlermiş. Hoca yakalanmamak için çocuklardan birini camın önüne nöbetçi bırakır, jandarma camiye yaklaşırken çocukları pencerelerden kaçırırmış. Sonunda hoca da pes edip, ders vermekten vazgeçmiş. Böylece onun yaşındaki akranları gibi babam dini yönden de cahil kalmış.
Dedem köyün ağası ve zenginiymiş. Soyadı olarak köyün adını almış olmamız da bu durumu göstermektedir. Zaten hayat tarzından da öyle olduğu anlaşılıyor. Dedem, yaz kış yörenin mahallî kıyafetiyle dolaşırmış. Babam onun çakşır denen kısa şalvar, onun altında da yün çorap giyermiş. Çizmeleri her zaman pırıl pırıl boyalıymış. Arada bir, sabah atına biner Bergama’ya köydeki dükkâna mal almaya gider, akşama dönermiş. Giderken dereye rakı bırakır, akşam dönüşte içermiş. Misafiri eksik olmazmış. Gelenler arasında Havran’dan bir doktor da varmış. Doktor, dedemin odasına çıkmadan önce şefkatle, biraz da acıyarak babamın başını okşar, severmiş. Birkaç ayda bir vuku bulan bu sevgi, babamın bir süre mutlu olmasını sağlarmış.
On dört yaşındayken, yine açlıktan bayılma raddesinde olduğu bir gün, yiyecek bir şeyler vermesi için ablasına yalvarmış. Ablası aldırmamış. Akşam için yemek pişirmeye hazırlanıyormuş.
–Açlıktan gözüm dönmüş olmalı ocakta içinde yağ olan tavayı kaptığım gibi ablamın kafasına geçirdim. Kaçtım. Yakındaki İkizce köyüne gittim.
Bu köyde sığınacak kadar yakın bir akraba veya tanıdığı olmalıydı ki, doğruca oraya gitsin. Muhtemelen babaannem İkizceli olmalıydı. Geceyi orada geçirdikten sonra ertesi sabah, bir miktar azık alıp, Havran’a giden köylülerle birlikte yola koyulmuş. Yaya olarak Havran’a varmış. Doğruca Doktorun yanına gitmiş. Olanları olduğu gibi anlatmış. Doktorun çocuğu yokmuş. Belki de bu duruma sevinmiş olmalıdır. Öyle ya en azından bir de çocuk sahibi olmuş. Doktorun ismini söylediğini hatırlamıyorum. Babamı yanına almış, dedeme Mehmet benim yanımda diye haber göndermiş. Dedem oğlunu almaya geldiğinde, “babanla gitmek istiyor musun” diye sormuş. Hayır cevabı alınca
– Çocuğun şu haline bak. Bakımsızlıktan düştüğü durum hiç mi içini sızlatmadı. Mehmet bir süre bende kalsın. Sonra isterse gönderirim demiş.
Dedem arada bir götürmek istemişse de babam gitmek istememiş ve bir daha köye dönmemiş.
Doktor babama evlât, babam da doktora baba gözüyle bakmış. Bir süre onun atına bakmış. Daha sonra hastaya giderken arabasını kullanmaya başlamış. Doktor (babam isminden hiç bahsetmedi) muayeneye giderken o zamanın doktorları gibi daima bembeyaz ve tertemiz giyinirmiş. Babama da kaliteli ve güzel giyecekler alırmış. “Yine de köylüydüm” der, gülerdi. Bir iki sene sonra, ya Doktora yük olduğu hissine kapıldığı, ya da boş gezmekten usandığı için bir iş yapmanın gerektiğini düşünmüş ve bunu ona açmış.
Babam okuma yazma bilmediğinden, Doktor biraz düşünmüş, ne iş yapmak istediğini sormuş. Bir süredir kendince plan yaptığı için cevabı kolaymış.
– Pazarcılık, demiş. Pazarda sabun, zeytin, peynir vs satacağım. Birisiyle görüştüm. Bana yardım edecek.
– Peki madem öyle ihtiyacın olan sermaye de benden demiş.
Böylece pazarcılığa başlamış. Askerlik çağına kadar Doktorun yanında kalmış.
-“Ticaretten iyi de para kazandım, kimseye yük olmadım.” derdi.
Babamın askerlik yaşı geldiği zaman, muhtemelen 1935 yılı olmalı, isteyen devlete bedel ödeyerek askere gitmeme hakkı varmış. Doktor, “bedelini ödeyelim, askere gitme” dedi ise de babam gitmek için ısrar etmiş, o da peki sen bilirsin deyip kabullenmiş.
Babam Edremit Askerlik Şubesinden Yozgat’taki Jandarma acemi birliğine gitmiş. İlk akşamdan orada çıkan karavanadaki yemeği görünce geldiğine pişman olup ertesi gün Doktora bedel ödemesi için telgraf çekmiş. Gelen cevap olumsuz ve iş işten geçmiş olduğundan acemi birliğindeki eğitimine devam etmiş. Acemi eğitimi sırasında çavuşun birisi bir dişini kırmış, hayatı boyunca kırılan hariç ağzındaki dişlerin tamamı sağlam idi.
Askere gidince okuma yazması olmadığından babamı önce Ali okuluna göndermişler, burada okuma yazmayı öğrenmiş. Acemi eğitimi bittikten sonra Çorum Jandarma Alay Komutanlığına göndermişler. Askerde iken bir defa o da 1938 yılında babasının ölümünden sonra izinli olarak köyüne gitmiş. Burada dört senelik askerlik süresini tamamlamış. İkinci Dünya Harbinin çıkması sebebi ile Türkiye’de seferberlik ilân edildiğinden terhis olması halinde piyade sınıfında askerliğe devam etmek mecburiyeti olduğundan teskere bırakıp, uzman jandarma onbaşısı olarak karakol görevine başlamış. İlk olarak İskilip’in Bayat nahiyesinde göreve başlamış. Daha sonra İskilip’e gelmiş. İskilip’te iken annemle evlenmiş. Evliyken önce Çorum’a, oradan da Lâçin’e tayin edilmiş. Lâçin’de askerlikten istifa ettiği 1946 yılına kadar göreve devam etmiş.
Daha sonra babamın tayini Çorum’a çıkmış. Orada İsmail Efendi- Firdevs Hanım isimli çok cana yakın bir çiftin evinde kirada oturmuşlar. Burası Ulu Cami yakınlarında, avlu içinde tek katlı, bahçeli bir evdi. (Liseden sonra Tayyar’la birlikte bir hafta misafirleri olduk.) Çocukları olmamış. Annemin çok genç ve tecrübesiz, hatta çocuk bakımı açısından zorlandığını görüp beni evlâtlık almak istemişler. Bizimkiler razı olmamış. İsmail Efendi yaklaşık 1.55m boyunda, zayıf ama oldukça kibar bir insandı. Firdevs Hanım ise daha iri ve kilolu, fakat eşi kadar iyi, saygıya lâyık bir hanımefendi idi. Bizimkilere birer ağabey ve abla yakınlığı göstermişler.
Bir müddet sonra da babam Laçin’e tayin olmuş. Burada göreve devam ederken, Çorum’dan jandarma alay komutanı telefonla, babamdan bir çuval pirinç istemiş. Babamın parası yokmuş.
– Komutanım şu an pirinç alacak param yok. Biraz da borçluyum. Parasını gönderecekseniz alıp göndereyim. Demiş. Bunun üzerine komutan, çok sert ses ve hakaret dolu sözler sarf ederek,
– Sen pirinci para ile mi alıyorsun? Sana emrediyorum, bir çuval pirinç göndereceksin. diye bağırmış.
Babam, devamını şöyle anlattı : “Kolumdaki pırpırı tuttum,
–Komutan ben haydut değilim, soyguncu da değilim. Benim buradaki görevim halkı soymak değil, onları soyguna karşı korumak. Emir memir dinlemiyor, istifa ediyorum. Şu sesi de dinle, deyip, kolumu telefona dayayarak pırpırını çatır çutur söktüm. Böylece benim jandarmalık da bitti”, dedi.
Babamın kendi ağzından köyden ayrılış hikâyesinden sonra, ikinci olarak evlilik hikâyesini dinlemiştim.
“-Savaş devam edip gidiyor, ne zaman biteceğini de bilmiyordum. Kendi kendime bir plan yaptım. İskilip’te kimsesiz bir kız bulup evleneyim. Savaş bitince de bırakıp gideriz, dedim. O sıralarda jandarma yüzbaşısı Ayhan Beye (Nafile’nin Ayhan olarak sonradan onu tanıdım. Ağırbaşlı efendi bir insandı.)
–Siz İskiliplisiniz. Savaşın biteceği yok. Kimsesiz bir kız bulup evlenmek istiyorum. Nerede ne kadar kalacağım belli olmuyor. Böyle kızı olan bir eve iç güveysi olursam, yeni bir ev kurmak gibi bir sıkıntıya da düşmem dedim. Kısa bir müddet sonra beni çağırdı:
– Tanıdığım temiz bir ailenin kızı var, onu sana yapalım, deyince çok sevindim. Kısmette varmış evlendik.” Bunları söyleyince, niyetini önceden bildiğimden,
– Niçin bırakıp gitmedin? Diye sordum.
– Savaş uzun sürdü. Bu arada sen ve Tayyar dünyaya geldiniz. Yiyecek ekmek, içecek su bakımından nasibimiz buralarda diye bir yere gitmedim. Kadere hep inanmışımdır. Ara sıra memleketi özlediğim olsa da farklı bir şey düşünmedim.
Evlendiğinde babam sigara ve arada bir içki de içermiş. Annem, “eve içkili gelince iki dizinin üstüne çöker, secdeye kapanmış gibi öylece kalırdı”, derdi. Ben doğmadan ikisini de bırakıp namaza başlamış.
Babam İskilip’te evlenip yuvasını kurmuş, düzenli bir aile hayata başlamış. Evlendiklerinde babam yirmi yedi, annem on yedi yaşında imiş. Annemin Ali Rıza adında kendisinden iki yaş küçük bir kardeşi vardı. İlkokuldan sonra ayakkabıcı çıraklığına başlamış, askere gidinceye kadar bu işe devam etmiş. Anne babalarını küçük yaşta kaybetmiş olduklarından ikisini anneanneleri büyütmüş. Evlendikten sonra babamı da hiç baskı yapmadan, hatta hiç belli etmeden anlattığı hikâyeler, mesellerle İslâm dini ve kültürü bakımından da bilgilendirip, eğitmiş. Babamın da kalp gözü açıkmış ki bu samimi çabalardan istifade etmek nasip olmuş.
Büyükanne 8 Haziran 1943’de vefat etmiş, dört gün sonra cuma günü ben doğmuşum. Benden 16 ay sonra Tayyar doğmuş.
Babam orta boylu, lâkabından da anlaşıldığı gibi mavi gözlü ve kumraldı. “Askere giderken elli beş kilo idim, elli beş yaşına geldim yine elli beş kiloyum.” Demişti.
Bence, yakışıklı sayılırdı. Çok güçlüydü. Demir gibi bir iradesi vardı. Hatırladığım, her sabah otuz santim genişlik, üç metre uzunluktaki bir yün kuşağı beline dolar, onunla gezerdi. O da mavi gözlü idi. Gerçi beş kardeşiz. Beşimizin de gözü mavi.
Babam askerlikten ayrılınca Balıkesir’e dönmeyi aklından çıkarmış. Ticaret yaparak hayatını kazanabileceğine inanarak İskilip’e yerleşmiş. Bunda, İskilip’in örf ve âdetleri ile dinî ve millî kültür seviyesinin yüksekliği çok etkili ve ona ikinci vatan olmuş. Burasının şehir bir şehir olması onu etkilemiş olmalıydı. Babam bir kişinin köylülükten kurtulup şehirli olabilmesi için kırk yılı geçirmesi gerektiğini söylerdi.
Vatanını, milletini çok seven, düzgün inançlı biri olan babam gezmeyi seven ve gezdiği yerleri görmeyi de başaran bir insandı. İskilip yaşamaya değer, görülecek yerlerden biri olduğu için babama cazip gelmiş ve burayı terk etmemiş olmalı. Bunun yanı sıra onun geldiği zaman İskilip’in ticari gücü, sosyal ve kültürel durumu günümüze göre çok iyi durumdaydı. İskilip’te babamın geniş bir arkadaş çevresi vardı.
Babam askerden sonra ticaret yapmaya karar vermiş. Önce iki adet at alıp onlarla çevreye İskilip’in meyvelerini satmış. Bir defasında Vezirköprü’ye üzüm götürmüş, dönerken atın biri hastalanınca onu öldürmek zorunda kalmış.
Babam sık sık başka şehirlere gidiyor, bir kamyon zerdali çekirdeği ile geri geliyordu. Ahırda bir de çekirdek kırma makinesi vardı. Makineyi İskilip’in renkli siması Bülbül Hasan çalıştırıyordu. Bülbül Hasan, çok saf, yüzü hep gülen, başı rengârenk desende sarıklı, yirmi beş yaşlarında bir köylüydü. Yer ve zaman ayırmadan, ıslıkla gerçek bülbül sesini taklit ederek öterdi. Bence deli değildi. Çok saftı ama Deli Hasan derlerdi. Galiba Elmalı köyünden kimsesiz bir garibanmış. Babam halden anlayan bir insan olduğu için ona acımış. Kalacak yerinin olmadığını bildiğinden onu eve almış. Çekirdek kırma vazife de onun olmuş. Alt kattaki odaya yatak indirildi. Yemek zamanı yemeği verilirdi. Odanın kapısı bahçeye açıldığı, bahçenin de duvar ve kapısı olmadığından odasına istediği gibi girip çıkardı. Yeleğinin cebinden küçük bir esans şişesi eksik olmazdı. Arada bizim elimizin üstüne de birazcık sürerdi.
Babamın hayatı, yazın başından sonbahar ortalarına kadar yaklaşık dört beş ay, iş icabı diğer şehirlere gidip gelmekle geçiyordu. Diğer zamanları ise ev ve çarşı arasında geçerdi. Sabah çarşıya gider, namazdan sonra kahvede iki çay içer, fırından dört ekmek alır, ikisini onu bekleyen köpeklere yedirir, ikisini de eve getirirdi. Ben çok erken, hatta babamdan önce kalktığım bile olurdu. Evde bir eksik olduğunda annem beni gönderir baban söyle şu da yokmuş, de derdi. O zamana kadar annem çayı demleyip kahvaltı sofrasını hazırlamış olurdu. Kahvaltıdan sonra ya bağa bahçeye ya da tekrar çarşıya giderdi. Akşamı bizim camide kılardı. Namaz çıkışı sofra mutlaka hazır olur, yemekten sonra çarşıya gider, yatsı namazı çıkışı da doğruca eve gelirdi.
Üye olmamakla birlikte babam koyu bir Demokrat Parti taraftarı idi. Her gün bir gazete alırdı. Arada muhalefet gazetelerinden de aldığı olurdu. Haber kısımlarını çarşıda okur, akşam makale ve tefrikaları sesli olarak bana okuturdu. Annem de siyasete ilgi duyuyor, dinlemekten sıkılmıyordu. Tabiî makalelerdeki konular hakkında da bolca yorum da yapardı.
Ancak kesinlikle bağnaz değildi. Birçok CHP’li arkadaşı vardı. Görüşlerini medenîce tartışır, hiç konuşmamış gibi de ayrılırlardı. Aslında onların babamın iddialarına verdikleri cevapları da yeterince tutarlı değildi.
1950 seçim çalışmaları döneminde bir gün mahallemizin CHP’li zenginlerinden biri kapıya geldi. Anneme bir şeyler söyledi. Annemin eteğine yapışmış vaziyette ben de yanlarında duruyordum. Henüz bir şeyin farkında değildim. Anneme on lira verip gitti. Akşam babam eve gelince, annem babama, Bugün (…..) Efendi geldi. “Reyini CHP’ye ver” dedi, on lira para verdi. Ne yapayım bu parayı? Diye sordu. Babam da,
– Güle güle harca dedi.
İhtilalden sonra Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarının asılması onu çok etkilemişti. Hayat Mecmuasının Menderesin daracındaki resmini kapak yaptığı sayısını ölene kadar sakladı.
Nerelere gidip geldiğini unuttum. Ama bazen bir aydan fazla dışarıda kaldığı, şehir şehir, köy köy dolaşıp aldığı ürünleri işlenmek için İskilip’e getiriyordu. Bildiğim kadarıyla gittiği yerler ve İskilip’ten satın alarak topladığı ceviz, zerdali çekirdeği, işledikten sonra satmaya gönderir veya kendisinin götürürdü.
Bir defasında Aydın’dan bir kamyon incir getirdi. Kazanda hazırladığı özel ılık bir suya incirleri atıp, bir süre beklettikten sonra Amerikan bezinden diktirdiği, halatla iskeleye astığı torbalara koyuyor, biz torbalardaki incirleri çiğneyip, sıkıştırıyorduk. Torbalanmış incirleri galiba Bayat ve köylerinde satmıştı.
İki, üç sene de elma bahçesi yüzü aldı. O senelerin birinde babam yurt dışına elma ihraç etti. Yurt dışına gönderilmek üzere büyük özel kasalar yaptırdı. Tamamı seçme olan elmalar, özel kâğıtlarla teker teker sarıldı. Yağlı kâğıtlarla sandıklarda ambalajlandı ve bir kamyon elma yanılmıyorsam İzmir limanına gönderildi. Oradan da yurt dışına gitti.
1957 yılından itibaren ağırlıklı olarak ceviz ticaretine de başladı. Hocanın Muhittin, Kuşgözlerin Saffet ve Kübbaş gibi sermaye sahipleri ile ortaklık yapıyordu. Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden topladığı cevizleri, komşu evlere dağıtıp kırdırıyor, iç ve dış pazar talebine göre ambalajlayıp İskilip’ten gönderiyordu.
Bu tür bir işi olmadığı zamanlarda asla boş durmazdı. Bağ bahçe işlerini de çok severdi. Her ikisi de annemden gelen iki parça arazimiz vardı. Meydan Mahallesi tarafında Gökçebel’in karşısında bir bağımız, Uludere karşısında Sıtma Pınarı yanında da bir bahçemiz vardı. Babam bahçenin dere tarafındaki boz bir araziyi de satın alarak burasını genişletmişti.
Birkaç yıllık çabadan, yeni tevek dikiminden beş altı yıl sonra burası yeniden bağ olmuştu. Tevek dikimi sırasında üzüm çeşitliliğine de dikkat etmişti. Ben çakır cımbıta bayılırdım. Bağ bahara doğru filizlenmeden önce ameleler tarafından, “bağ depme” denilen, bel ile alttaki toprak yüzeye çıkarılırdı. Babam onlarla arkadaş gibi idi. Onlar çoğunlukla bağımıza gideceklerini haber bile vermezler, “bağı depdik” derlerdi, o kadar. Tabiî ücretleri ödenirdi. Haber verdikleri zaman annem evde onlara yemek hazırlar, annem, Tayyar ve ben birlikte bağa götürürdük. Yemekten sonra çay demler, yine birlikte içerdik. Şayet, babamın vakti müsait olup, bağa onlarla birlikte giderse yemek işini kendisi üslenirdi. Güveç, taze fasulye ve patlıcan lezzetine lezzet katarak pişirdiği yemeklerdi. İyi bir çay tiryakisi idi. O da çalışanlara günde en az üç defa çay demlerdi.
Yemeği az yer, yiyebileceğinin yarısı kadar karnını doyururdu. Ancak taze fasulyeyi çok severdi. Sofra kurulduğunda annem yemek tencerelerini yakınına getirir, tabaklara koyardı. Yemek taze fasulye ise babam,
- Hanım, tencereyi buraya getirme, yemeği tabağıma koy da getir, çünkü doyduğumu bilmiyorum derdi.
Bağda, çok verimli iki büyük üvez ağacı vardı. Sonbaharda üvezler toplanıp hevenk yapılır, evde üst kat odanın tavanına asılır, kış boyu birer birer indirilip yenirdi. İki adet küçük muşmula bir kızılcık, bir de kiraz ağacı vardı.
1985 Yılından itibaren babam her şeyi, bağla ilgilenmeyi de bıraktı. Bütün zamanını Uludere’de geçiriyordu. Uludere’de yolun altında az bir kısmı sulanan bir küçük bahçe ile yolun üstünde sadece çoğunluğu yaşlı ceviz ağaçları olan kıraç büyük bir arazi vardı. Yolun altında kalan bahçe ile de fazla ilgilenmiyordu. Çünkü çayda eskisi gibi su kalmadığından, daha yukarıda olan bahçeler ancak sulanıyor, aşağılara sıra gelmiyordu. Onun yerine yolun üstündeki arazinin yukarıdaki bir kısmını sebze ekilecek şekilde düzenlemişti.
Burada sebze ekebilmek için su lâzımdı. Dışarıdan getirilecek bir kaynak yoktu. Meydan Mahallesi tarafındaki bağımızın kenarında kis içerisine kazılmış her zaman bir miktar su bulunan bir eşme vardı. Bilmiyorum ama belki de babam orayı örnek alarak, burada da su temin edeceğine inanmış olmalı. Arazinin üstünde tepeye doğru çıkan bir kısıkta bağdakine benzer bir eşme çalışmasına başladı. Bir yıl kadar sonra, suyu ile işe yarayacak hacimde bir su buldu, artık su hazırdı.
Daha sonra her zaman oturduğumuz yerin önüne küçük bir havuz yaptı. Açtığı kanalın içine ince bir hortum döşeyerek suyu havuza, oradan da yine aynı çaptaki hortumla ekim alanının üstüne kadar taşıdı. Böylece sulanabilir küçük bir bahçesi de olmuştu. Kendi ihtiyaçlarını karşılayacak sebzeyi yetiştiriyordu.
Burada karadut hariç İskilip’te yetişebilen bütün meyveleri yetiştirdi. Samsundan fındık fidanı, Bergama’dan üzüm çubukları getirip dikti. Fıstık çamı yetiştirmek için tohum ve fidan getirttiyse de iklim değişikliği sebebi ile İskilip’te yetiştiremedi.
Ziraat Müdürlüğü İskilip’te Antep fıstığı yetiştirilmesi için aşı ve fidan(çöğür) dağıtımı yapıyordu. Meyve ağaçlarının iyileştirilmesi için yapılan aşı konusunda babam iyi bir usta idi. Yaptığı aşıların çoğunluğu tutardı. Ziraatçılar bir yerde aşı yapılması gerekirse bu işe babamı götürüyorlardı. Fıstık aşısını Uludere’deki bağımızda bulunan menengiç ağaçlarına da yapmayı düşünen babam, ziraatçılara fikrini söyleyince onlar burada yetişmez demişler. Onlara inanmamış siz bana da fidan ve aşı verin, ben deneyeceğim, demiş. Babam verilen fidanları dikmiş, menengiç ağaçlarına aşılar yapmış, çok sayıda fıstık ağacı yetiştirmişti. Ancak bu ağaçlar birkaç salkımdan fazla fıstık vermiyordu. Sonradan fıstık ağaçlarının erkek ve dişisi olduğu, bir erkek ağaç çevresine dişilerin dikilmesi gerektiğini öğrenmiş. Bunun için ziraatçıların uyarısı olmamış. Belki de onlar da bilmiyorlardı. Neyse, sonradan, çiçek polenlerinin dişilere püskürtülmesi suretiyle problem çözülmüştü. Bir defasında bizlere birer kilo fıstık göndermişti.
Uludere tarafındaki sekiz dönümlük arazi iki bölümden oluşuyordu. Yolun üstündeki kısım, kıraç susuz, kisli (şist), yamaca doğru hafif eğimle yükselen boz bir bir arazi idi. İçinde işe yarar beş adet ceviz ağacı, üç dört kızılcık, iki adet kiraz ile çok kaliteli bir mahman armudu vardı ki, dalından toplama zamanı geldiğinde dördü bir kilodan az gelmezdi. Çok lezzetli idi. Isırınca suyu çenemizden akardı. Yine tadı fena olmayan armutlardan kızılca armudu, gidip geldikçe yemeye değerdi. Bir miktar yaşlı ceviz ağacı olsa da hem verimsiz, hem de kalitesizdi. Babam kaliteli cevizlerden fide yetiştirip dikti. Ama büyümesi zaman gerektiriyordu. Yolun alt kısmında bir kısmı yol seviyesinde, içinde bir kiraz ağacı ve çalılar, altta ise üç buçuk maşala (evlek) genişliğinde, ekilip sulanan bir bahçemiz vardı. Fakat komşu bahçelerdeki büyük ceviz ağaçlarının gölgesi altında kaldığı için burada her şey yetişmiyordu. Fasulye, biber, mısır ve havuçla şekerpancarı (kocabaş) iyi oluyordu.
Babam gittiği yerlerden değişik cins meyve ve çam fideleri getirir, çamları bizim arazinin sınırlarının üstündeki boş yamaca yukarı doğru dikerdi. (Bir defasında Denizli’den horoz bile getirmişti) Buraya üç yüz kadar ağaç diktiğini söylerdi. Hakikaten güzel bir orman ortaya çıkmıştı. Üst taraf zaten Samut’a kadar çamlıktı. İlkbahardan sonbahara kadar keklik sesi hiç kesilmezdi. Samut’un üstü oldukça geniş bir düzlüktü. Çam ağacı olmayan kısımlar, çalıdan çok yabani fındıkla kaplı idi. Ara sıra yukarı çamlığa çıkıp buradaki yabani fındıkları hem yer hem de ceplerimize doldururduk.
Yaz boyunca birkaç defa babamla bahçe sulamaya giderdik. Ark boyu yürürken yolumuzun üzerinde yere düşmüş olgun elmalar gördüğümde almama müsaade etmezdi. Ancak arkadaki suda giden bir elma olursa kendisi yakalar, “bu sahibinin rızkından kaçmış” der, bana verirdi. Haram-helâl hakkında biraz nasihat etmeyi de ihmal etmezdi. Zaten fazla nasihattan da hoşlanmazdı.
Kış boyu Battal Gazi Destanı gibi savaş, kahramanlık ve aşk hikâyelerine ait kitaplar getirir, bana okuturdu. Sayılarını yüzlerle ifade etsem yalan olmaz. Okumam düzgün ve anlaşılır idi ki ilkokul ikinci sınıftan itibaren dört ve beşinci sınıf öğrencileri imtihana girecekleri dersin kitabını bana verir, okulun bahçesi ile Askerlik Şubesinin arasındaki çamların gölgesinde, ben okurken onlar oturup veya uzanıp, beni dinlerdi.
Babam çevremizde bulunan tanıdıkların sonsuz güven duyduğu bir kişiliğe sâhipti.
İskilip’te orman köylülerine “dağ”, Kızılırmak havzasındakilere ise “ova” köylüsü denirdi. İskilip’te gün isimleri, Düşenbe, Deri, Bazar, Perşembe, Cuma, Cumartesi ve Giravu diye sıralanırdı. Bunu belirtmemin sebebi, köylüler şehre ya Salı günü hayvan pazarına, ya da Çarşamba günü alış-verişe gelirlerdi. Bir daha gelecekleri sefere sipariş verilince; salıya geleceklerse inşallah deriye, çarşambaya geleceklerse de bazara derlerdi. Yoğurt, odun siparişe gerek olmadan her Çarşamba gelirdi. Tereyağı siparişe bağlıydı. Annem güvendiği köylüden tereyağı ister, o da “inşallah öbür bazara” derdi.
Ortağı Muhiddin emminin kardeşi Bahaddin emmiyi bize hoca tuttu. Tayyar’la ben Okuldan çıkınca, doğruca Bahaddin emminin ayakkabıcı dükkânına gider, yarım saat kadar süren dersten sonra ertesi günün ödevini alır çıkardık. Okuldan kaçmamız mümkün değildi ama ben hocadan bir kere kaytardım. Bu hususta hiç müsamahası yoktu. Yakalandım ve iyi bir dayak yedim. Tecvitsiz de olsa okumayı öğrendik. Küçük kardeşim Mustafa terzi Bafralı İbrahim’in yanında çıraklık ederken, öğleleri Bahaddin emmiden ders alıyordu. Ona Osmanlıca yazmayı bile öğretmişti. Hepimiz O’na lâyık insanlar olarak O’nun ruhunu incitmeden yaşamaya devam ederiz inşallah.
Türkiye’nin en ücra köşesine kadar her yere gitmiş, gittiği yeri de iyice görmeden dönmemişti. Meselâ, 1976 yılında tayinimi, Manavgat Barajı İnşaatı Proje Müdürlüğüne aldırmaya niyetlenmiştim. İş yerini, oturacağım lojmanı görmek için Manavgat’a gittim. İnşaat sahasını gezdim. Döndüm. Sonra babamı ziyarete gittim. Seyahat sebebimi anlatınca,
– Barajın içinde kalacak su tünelini görmüşsündür. Ona yazık olacak. Manavgat Çayının gözesini gördün mü?
– Hayır. Deyince,
– Siz ne anlarsınız gezmekten. Manavgat Çayı, baraj yapılacak yerden 35 kilometre uzaklıktaki bir gözeden çıkar. Yatağına da oldukça yüksekten düşer, diye hikâyesini de anlatıvermişti. Biraz yüzüm kızarmadı desem yalan olur.
Tayyar’la ben aynı yıl okula başladığımız için dersimizi de beraber çalışırdık. Sıkıldıkça haritayı açar üzerinden yer bulmaca oynardık. Arattırılacak yer, bulunması zor, köy veya kasaba olurdu. Bocaladığımız zaman babam yardımımıza koşar, önce vilâyetini, sonra da komşu olan ile doğru güzergâhtaki yerleşim yerlerini sayarak bizi oraya kadar götürürdü. Okul görmediğine göre Türkiye’nin her yerini, köyüne kadar gezip dolaştığı muhakkaktı.
1958 yılında, dört erkekten sonra kız kardeşimiz Emine dünyaya geldi.
O sene babamın işleri de yolunda gitti. Emeğinin karşılığını aldı. İstanbul ve İzmirli gayrimüslim tüccarlardan aldığı iş teklifleri de inancı icabı kabul etmemişti. Ertesi yıl ortakları ile tamamen ceviz ticaretine yöneldiler. İskilip’te olduğu gibi Türkiye genelinde mahsul bol ve kaliteli idi. Muhiddin emmi İskilip’te, babam Çanakkale, Artvin, Bitlis gibi başka şehirlerde dolaşıp alım yapıyordu. Ayda ancak iki üç gün eve gelebiliyordu. Merak ettiğim hususlardan biri, bu kadar cevizi ilçe ve kasabalardan tek başına nasıl topladığı, diğeri İskilip cevizinin niçin ayrı işlendiğiydi. İlkini şöyle izah etti:
– Ceviz toplayacağım kasabaya inince, önce bir otel veya hana yerleşirim. Kasabada cevizi kendim alırım. Köylerde, bu işi yapabilecek kimseleri soruşturup tespit ederim. Ya çağırır, ya da yanlarına gider onlarla konuşurum. Köydeki ceviz miktarı ve fiyat aşağı yukarı bellidir. İnsanlar çoğunlukla namusludur. Yeter ki insan sarrafı olduğun kadar kalbin de temiz olsun. Malı toplar bana getirirler. Ben de kamyona yükler, İskilip’e gönderirim. derdi
İskilip cevizini diğerleri ile karıştırmamaya çok dikkat ederdi. Fiyatı da yüksekmiş. Bir gün sebebini sorduğumda, eksperler kolay anlar. Ellerine aldıkları beyaz mektup kâğıdına bir avuç iç koyar, çalkalarlar. İskilip cevizinden kâğıta yağ çıkmaz. Çünkü İskilip’te ceviz toplanıncaya kadar kırağı düşmez. Cevizin içi dalında iken tam kurur.
Satın alınan cevizler kış boyu kırılıp, satışa hazırlandı. Bir kısmı iç piyasaya verildi. Kalitesi ihracat için uygun olan önemli bir miktarı İzmir ve Mersin limanlarına sevk edildi. İhracatçıdan haber beklemeye başlandı.
27 Mayıs 1960 darbesi oldu. Darbe ile birlikte ithalat ve ihracat yasaklandı.
Temmuz ayı başlarında İzmir ve Mersin’den kısa aralıklarla birer telgraf geldi. Her ikisinde de, “Ambarda cevizler küflendi, kira masrafına girmek istemiyorsanız, gelip malınızı alınız.” Yazıyordu. Babam telgraflara cevaben, “Ben gelemiyorum, denize döküverin” telgraflarını çekti. Zararın 156 bin lira olduğunu söyledi. O tarihlerde Ankara’da iyi semtlerde daire fiyatları 40 bin lira civarındaydı.
Bir miktar ceviz de, Ankara Saman Pazarı toptancılarından Halil Akdede ile Karacabey Hamamı civarında bir kuruyemişçiye vermiş. Bir gün birlikte tahsilâta gittik. Önce Akdede’ye gittik. Ben içeri girmediğim için ne konuşulduğunu bilmiyorum, ancak para alamamıştı. Sonra kuruyemişçiye gittik. O da iflâs ettiğini, şayet durumunu düzeltebilirse, borcunun borç olduğunu söyleyip bizi gönderdi.
– Ne yapacaksın oğlum, takdir-i ilâhi, dedi. Sonrasını bilmiyorum.
Kendisine yapılan haksızlıkları Allah’a havale ederdi. Meselâ, Abduliçi’nde Dayımın kayın pederi Şakir Eniştenin 3 maşalalık bir bahçesi vardı. Kendisi Ankara’da yerleşmiş olduğundan eken biçen yoktu. Babama burayı satmayı teklif etmiş. 250 TL bedele anlaşmışlar. Babam parayı vermiş. 4 Sene bahçeyi ektik. Bir sonraki sene gittiğimizde bahçe bellenmiş, tonçlarla maşalaları ayrılmış bulduk. Bitişik bahçe Boyacı Sadık’ındı. O da bahçesindeydi. Babam selâm verip, burayı kimin hazırladığını sorduğunda,
– Burayı ben satın aldım. Dedi. Kaça aldığını sorunca da 500 TL dedi.
– Hayırlı olsun, deyip ayrıldık.
Tabiî bu duruma üzülmüştü. Şâkir Enişteyle görüştüğünde, “Bana niçin haber vermedin” diye sitem etti
– 250 TL’yi gönder bari dedi. Param yok diye göndermemiş. Bir daha bu konu hiç açılmadı.
Yüzünde ve bakışlarında sertlik ifadesi bulunsa da kendini bilirdi. Son nefesine kadar kimseyle dövüşmedi. Kırıcı olmadı. Tek ağız kavgasını hatırlarım. O da çocukluğumuzda bizimle alay edilmesine sebep olmuştur. Mustafa 5-6 yaşlarında iken Kayakoparan Köprüsünün öbür başında, Karamollaların ineğinin kuyruğunu çekiyor, hayvanı rahatsız edip duruyormuş. Osman abi dayanamayıp Mustafa’ya bir tokat atmış. O da başladı ağlamaya. Babam olayı görmemişti. Sadece Mustafa’nın ağladığını gördü. Osman abiye,
– Utanmıyor musun küçücük çocuğu dövmeye, diye bağırdı. O da,
– Yahu küçük ama kocaman ineği rahat bırakmıyor, diye cevap verince babam parladı,
– Oraya gelirsem, vallah da, billah da ineğinizin karnına pıçağımı sokarım.
Dedi. Mahallenin çocukları onun konuşmasını kibar bulduklarından bizimle alay ettiler.
Darbeden sonra CHP’liler babamı suçlu duruma düşürmek için çok uğraşmışlar. Çarşıda gezerken birkaç gün peşinde davulcu gezdirmişler. Demokrat Partiye üye olmadığı için içeri aldıramayınca suça teşvikle bunu başaracaklarını sanmışlar. Aralarında eşimin akrabaları da varmış. Demir gibi irade buna fırsat vermemiş. Ama uzun süre peşini bırakmamışlar.
O zamanlar televizyon olmadığı için haberler radyodan veriliyordu. Kahvehanelerin dışına hoparlör konuluyor, ajans çarşıda her yerden dinlenebiliyordu. 27 Mayıs İhtilali dolayısı ile iflas eden babam ihtilalciler kadar CHP ve İnönü’yü ihtilalin suçlusu olarak görüyordu. Menderes ve iki bakanın idamından sonra İnönü’nün Başbakan olduğu günlerde Tanay’ın kıraathanesinde radyoda İnönü’nün yaptığı konuşma sırasında babam küfür ediyor. Peşindekiler derhal savcılığa (müddeimum) şikâyet ediyorlar. Babam karakola götürülüp ifadesi alınıyor.
– Küfür ettin mi? Sorusuna,
– Evet cevabı veriyor.
Savcıya verdiği ifadede ise “küfür etmedim, sadece hadi git oradan dedim” diyor. Savcı, – Polise ettim demişsin, deyince,
– Savcı Bey, ben uzun yıllar karakollarda jandarmalık yaptım, ifade aldım. Onun için karakolda nasıl ifade verileceğini bilirim. Diyor.
Savcılıkta, askerlik şubesi başkanı Yarbay da varmış.
– Nerelisin diye sormuş.
– Balıkesir’liyim, deyince,
- Yunan tohumuyum desene!
- Yunan geldiği zaman ben altı yaşındaydım. Siz nerelisiniz?
– Afyonkarhisar’lıyım.
– Bildiğim kadar Yunan’ın gelişi siz doğmadan önceydi.
Babam mert ve cesur bir insan olarak halktan kendini üstün gören bu kişiye gereken cevabı vermiş. Hâkim, Başbakana, davacı olup olmadığının sorulmasına karar vermiş. Davacı olunması sebebiyle üç ay hapis cezası verilip, cezası tecil edilmiş. Bunun dışında babamdan hiçbir kişi hakkında “kötüdür” dediğini duymadım.
Aynı zamanda çok güçlüydü. Bir gün kamyona elma kasaları yükleniyordu. Kamyonun kasasına kalaslardan yapılan rampadan çıkılıyordu. Kasalar geniş ve ağırdı. Üç kişinin rampayı çıkmakta zorlanıp neredeyse düşüreceklerini görünce, geri çekilin deyip kasanın altına girip tek başına rampayı çıktı ve kasayı bıraktı.
Ben lise ikideydim. Tayyar da ortaokulu bitirmiş sanat okuluna başlamıştı. Mustafa terzi kalfası idi. O da Ankara’ya geldi. Ali ilkokul son sınıfta. Hal böyle olunca annem ve Emine de yanımıza gelmek zorunda kaldı. Sultan Murat mahallesinde, okullarımıza yakın bir yerde ev kiraladık. Babam İskilip’te tek başına kaldı.
Hayli sıkıntılı günler geçiriyorduk. Allah’tan İskilip’te ceviz silme(dalından düşürülerek toplanması) mevsimi idi bu iş bir ay kadar sürüyordu. Babam da bu işi en iyi yapan biriydi. Talepleri sıraya koymak zorunda kalıyordu. Bu işi dört, yedi ve on metre uzunlukta sırıklarla yapıyor, dalda fazla ceviz bırakmadığı gibi, ağaca da gereksiz hasar vermiyordu. Sair zamanlarda ufak tefek ticaretle uğraşıp duruyordu. Mustafa’nın haftalığı ve babamın bir miktar takviyesiyle geçinip gidiyorduk. En kötüsü Tayyar ve ben sigara içiyorduk. Fuzuli masraf.
Daha önce hiç doktora gitmeyen babam, 1979 yılında idrar yolu sıkıntısından hastalanmış. O sırada İskilip’e izne gelen Tayyarla Ankara’ya gitmişler. Ali ile Yüksek İhtisas Hastanesine götürmüşler. Orada prostat ameliyatı olmuş. Haberi alınca ben de ziyaretine gittim. Ameliyatı Prof Dr. Şahap Aksoy bizzat yapmış. Kendisi ile görüştüğümde “Maşallah yaşına göre çok güçlü ve sağlıklı. On günde taburcu olur” dedi. Kendi başına ihtiyaç giderebiliyordu. İşe geri döndükten sonra öğrendim ki hasta bakıcıların sonda değişimini zamanında yapmamaları yüzünden mikrop kapmış, yarası iltihaplanmış. Hastaneden yirmi gün sonra taburcu olabilmiş.
Tayyar İskenderun Demir Çelik Fabrikasında çalışıyordu. Hastaneden sonra hem değişiklik, hem de daha iyi bakılması gerektiğini düşünerek babamı İskenderun’a götürmüş. Ben de Osmaniye Karatape köyündeki DSİ’nin Aslantaş Barajı şantiyesinde idim. Bir iki defa İskenderun’a ziyaretine gittim.
Bir hafta sonu, babam haber vermeden bize geldi. Aniden görünce şaşırdım. Sakal bırakmıştı. Önceden niçin sakal bırakmadığını sorduğumda hiç konuşmadan, sadece dilini çıkarıp göstermişti. Ben iyi biliyordum ki, bununla radyoda ajans dinlerken CHP sözcülerinin bol yalan ve iftirası küfre sebep oluyordu. Yoksa babam hiçbir insana bırakalım küfrü, hakaret bile etmezdi.
–Baba hayırlı olsun, bir şeyleri başarmışsın, dedim. Gülüştük. Kısa bir süre kaldı. Bizim işyeri ve lojmanlar millî park alanında olduğu için, sitemiz de orman içine mevcut ağaçlar kesilmeden planlı olarak yerleştirilmişti. Bahçeleri, güller, değişik çiçekleri ile oldukça güzeldi. Babam hiç sıkılmadı. Ormanın içine girip dolaşıyordu. Gitmeye karar verdiğinden bir gün önce ormandan 10 adet çam fidesi sökmüş. Eve getirdi. Yanında getirdiği teliz çuval ve sair bezlerle sarıp sarmaladı. Ertesi gün onları da alıp İskilip’e alıp gitti. İskilip’e gittiğimde, “bunlar senin çamlar” diye gösterdi. Hepsi tutmuştu.
Artık pek İskilip dışına çıkmıyor, ufak tefek alış verişle hayatını devam ettiriyordu. Az çok bizler de yardım ediyorduk. Bir süre daha ceviz çırpmaya da devam etti. Çünkü severek yapıyordu. Günleri bağ, bahçe ve çarşı arasında geçiyordu.
Babam bizim evin yanındaki Dayıma ait arsayı Meydan’daki bağı ve bir miktar da para vererek arsayı dayımdan satın aldı. Böylece bağa bakmaktan da kurtulmuştu.
Bir gün bana;
– Oğlum biliyorsun hiç gelirim yok, kendinize beddua ettirmeyin, dedi. İçim cız etmişti. Neden bunu söyletmek durumunda bırakmıştım. Fakat Allah onun rızkına beni vasıta kılmıştı. Birkaç ay önce istifa edip özel sektöre geçmiştim. Sanki onların rızkı benim gelirime eklenmişti. Ondan sonra hiç aksatmadan, babamın vefatına kadar ihtiyaçlarını karşılayacak parayı Tayyarla birlikte adres teslimi göndermek kısmet oldu. Tayyar’ın bir ara ilk kurulduğu sıralarda seni Bağkur’a yazdıralım primini ben öderim teklifin de kabul etmemişti.
1990’lı yıllarda kaymakamlıktan :
– Sen uzun yıllar askerlik hizmetinde bulunmuşsun. Bir dilekçe ver de sana maaş bağlatalım, demişler. Babam,
– Benim emekli süresi kadar hizmetim olmadı. Devleti parasını alamam, “Kul hakkına girer” diyerek kabul etmemiş. (Askerlikte geçen süresi yaklaşık 3800 gün kadar) İçinde bulunduğu zorluk derecesini Allah da biliyordu.
Kalbindeki sırça köşk sapasağlamdı. Çünkü bilerek gönül kırmamıştı.
Çocukluğumuz hâriç, nasihattan da uzak dururdu. Yaşayışı ile bize örnek olurdu. Boş laf konuşmazdı. Sigara yüzünden, liseye başlayıncaya kadar çok nasihat etti, çok sopasını yedim. Daha sonra, bildiği halde hiçbir zaman bu hususta tek söz söylemedi. Bir zamanlar çocuklarla İskilip’e gitmiştik. Bir gün yemekten sonra evin üst katına çıktım, sigara içip indim. Tabiî her yerim kokuyordu. “Oğlum şu sigarayı içme” demedi. – Hüseyin, ben sigara içene değil de onunla bir yastığa baş koyanın adına üzülüyorum. İçen hem sağlık yönünden zararını, hem de yok yere masrafa girdiğini biliyor. Peki, ötekinin suçu ne! dedi
1990 Yılı başlarında Ankara’ya geldi. Sağ gözünde görme azalmış. Ali vizite kâğıdı aldı. Ankara Üniversitesi Göz Polikliniğine götürdük. Doçent bir bayan muayenesini yaptı. Görme yüzde 20’ye düşmüş. Sebebini sorduğumda, “yaşlılıktan” dedi. Halbuki babamın şekeri en üst sınırdaymış. Bu yüzden göz tansiyonu sebebiyle görme kaybına yol açmış. Bu durum 1995 senesinde çarşıya giderken önünü görmeyip yere düşmesi ile ancak anlaşılmış. Ondan sonra gözleri kapanıp hiç görmedi. Fakat şaşırtacak derecede metanetini korumuş, kaderini kabullenmişti
Daha önce İskilip’e bir defasında gittiğimde, alnını gösterdi. Sarı küf renginde çıbana benzer, kabuksuz bir şey vardı. “Birkaç senedir ilkbaharda çıkıyor, kışa doğru kayboluyor.” Dedi. Bu defa Yine Ali ile İbn-i Sina Hastanesine götürdük. Durumu doktora anlattı. O da cilt kanseri ama zararsız bir hastalık dedi. Orada da şeker araştırmasına gerek duymadan biyopsi yapılıp, sonucu sonradan bildirilmek üzere bizi gönderdiler.
Babam dört sene kadar, odadan tuvalete kadar gerilen bir ipe tutunarak gidip geldi. Son senesini yatarak geçirdi.
Vefatından birkaç gün önce İskilip’teydim. Çalışmakta olduğum için tekrar görüşmek üzere helâlleşip ayrıldım. Ertesi gün vefat haberini aldım. Geri döndüm.
Vefat ettiği gece annemi uyku tutmamış. Oturduğu yerde hafifçe dalmış. Bir ara babam anneme,
– Hanım beni sağ tarafıma çeviriver, demiş. Annem de yavaşça çevirdikten sonra yatmış. “Sabah ezanı okunurken uyandım. Baktım hiç kımıldamamış. Yanına gittim, dinledim. Nefes alıp vermiyordu. Öldüğünü anladım.” Diye anlattı.
29 Şubat 2000 yılında, 85 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuştu. Annem de babamdan 10 sene sonra vefat etti.
Bizim camide salâ okundu. Kim organize etti bilmiyorum ama Çarşı Camisinde de Salâ verilmiş. Cenaze namazı mahallemizdeki Kayakoparan Camisinde kılındı. Hemen hemen İskilip’in her yerinden pek çoğunu da tanımadığım çok sayıda dostları cenazesine katıldı. Aksu (şimdi Mutaflar deniyormuş) Mezarlığına defnettik. Babam dışarıdan gelmiş olmasına rağmen 60 yılını geçirdiği İskilip onun memleketi oldu. Memleketin toprağına emanet ettik. Allah Rahmet eylesin. Mekânı Cennet’tir inşallah.
Bu yazı 2992 defa okunmuştur .