Cüneyt Arkın neyimiz olur...


 İskilip belediye başkanlığı görevini selefim Numan SEZER’e devrettikten sonra atandığım İstanbul vali yardımcılığı grevi esnasında Şişli Okmeydanındaki Darülaceze Başkanlığına geçici olarak görevlendirilmiştim. 

Daha sonra atandığım Küçükçekmece Kaymakamlığı görevine başlayana dört ay süreyle  yürüttüğüm Darülaceze Başkanlığının ülkemizin çok köklü kurumlarından birisi olduğunu gördüm.

Buradaki görevim esnasında bana mekan olarak çok tanıdık geldiğini farkettim. 

Sonradan öğrendim ki onlarca sinema ve Arka Sokaklar gibi diziler, Erkin KORAY’ın ‘öyle bir geçer zamanki’ gibi pekçok müzik klibi burada çekilmiş. 

Bu film ve diziler Darülacezenin gelir elde etmesi yanında sakinleri için de moral ve değişiklik kaynağıydı.

1903 yılında Sultan Abdülhamit zamanında yapılmış, tamamen bağış ve yardımlarla bugüne kadar gelmiş, mekan estetiği ve kurumun sakinleri açısından hala eşsiz bir yerdir.

Cüneyt ARKIN’ın ‘Yarım Kalan Saadet’ filmi esnasında playback söylediği şarkının çekimleri yine burada yapılmış.
Türk sinemasının neredeyse tamamını İskilip’te sinemacı Fahrinin Kebapçılar arastasındaki Adnan Papuçcuya ait salonda bazen ağlayarak, bazen gülerek seyretmiştik.

Bu sinema salonu bizim emsal gençlerin duygu ve düşünce hayatında çok farklı bir yere sahiptir.

Kışları varil sobası ile ısıtılan, ara verildiğinde perde arkasındaki  bahçenin küçük su dökülecek açık hava tuvaleti olarak kullanıldığı bu salonda Cüneyt ARKIN filmlerinin neredeyse tamamını seyretmişizdir. 

Bizim çocukluğumuzun ve gençliğimizin idolü sayılacak yakışıklılıkta ve sanatçı sorumluluğunu ölene kadar taşıyan karakterini içselleştirmiştik. 
Hepimizin benzemeye çalıştığı kahramanımız, idolümüzdü.

O yakışıklılıkta değil Türkiyede, bildiğim kadarıyla dünya sinemalarında bile kimseyi tanımadık. 

Düzgün aile hayatı, şöhretine rağmen mütevaziliği elden bbırakmayan , kibirden uzak duruşu,  kendisiyle yapılan röportajlardan da anlaşılacağı üzere entelektüel kapasitesi de yüksekmiş. 

Toplumun herkesimini içten kucaklayıcı tavrı, seks filmleri furyasında mali sıkıntılarına  rağmen yapılan anormal teklifleri reddetmesi, yaşadığı mahrumiyetler, acılar ve daha pekçok özelliği vefatı sebebi ile medyada epey anlatıldı. Tekrarına girmek gereksizdir.

Bu toplumun onun vefatıyla duyduğu üzüntü , cenazesine gösterdiği ilgi ve olağanüstü katılım boşuna değildir.

Bu toplumun cenaze törenlerine karşı gösterdiği ilgi; değeri anlaşılamamış kimseleri tanımak açısından  da enteresandır.

Kendi dönemimizde Özalın cenazesine gösterilen ilginin daha sonra Uğur Mumcu, Türkeş, Gaffar Okan, Barış Manço, Recep Yazıcıoğlu, Muhsin Yazıcıoğlu ve Erbakan bu açıdan hatırladığım bazı örneklerdir.

Cüneyt ARKIN’ın seks ve arabesk filmlere karşı Kemal SUNAL, İbrahim Tatlıses, Şener Şen, Tarık Akan, Yılmaz Güney, Kadir İnanır, Serdar Gökhan gibi sanatçılarla  karşı duruşunu da toplumumuz karşılıksız bırakmamış, ilgisini ziyadesiyle göstermiştir.

Vefatı sebebiyle ilk filmi olan Gurbet Kuşlarını tekrar youtubdan seyredince dikkatimi çeken bazı detayları farkettim. 

Caddelerde bugün klasik oto sayılabilecek Amerikan arabaları ve az trafik dikkati çekiyor.

1964 yılında İstanbulun boğaz kenarları mekan seçilmiş. Buralar çayır çimenlik bomboş arazilermiş. 

Muhtemelen İstanbulun sakinleri  o tarihlerde boğaza yakın buralara bizim Elmabeli veya Çukurhana pikniğe gidercesine pikniğe gittiği  yerlerdi. 

Aradan geçen 50-55 yılda o bomboş yerler parayla alınamayacak ölçüde binalarla dolmuş, filmde görülen gecekondular modern hapishane denilen apartmanlar, iş merkezleri  ve rezidanslarla  yer değiştirmiş. 

Bunu nasıl başarabildiğimiz sorgulamak gerek. Her on yılda nüfusu bir misli bir artan İstanbul’dan bahsediyoruz.

Kurulduğunda İstanbulun dışında olup kurtların korkusuyla gidilmesi zor Darülaceze gibi kurumlar artık şehrin merkezi haline gelmiş. 

Dışlanmamak için taşralı olduğunu gizleyen doktor kardeşini görüyoruz. Aile Maraş’tan gelmiş.

Filmde geçen taşradan kasdedilen yerler; boğaz kenarları, sur içindeki Fatih, Eyüp, gibi yerlerin dışında kalanlardır. 

Daha eskiden Kadıköy bile taşra olarak tanımlanırmış.

Kat mülkiyeti kanunu ve kolay yaşam sebebiyle İstanbuldan başlayarak müstakil bahçeli evlerin apartmanlara dönüşmektedir artık...

1900 lü yıllarda beton keşfedilmiş, ilk apartman Paris’te inşa edilmiş, dünyada ev kavramı kökten değişmeye başlamıştır. 

Bu süreçte İskilip’te ilk yapılan bina Çarkacı apartmanıdır. Öğretmenimiz Erol Damar bu apartmanda otururdu ve evinde buzdolabı bile vardı.

1964 yılında henüz 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ve 637 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu çıkmamıştı. 

İstanbulun nüfusu da bir buçuk milyondu.  

Demokrat Parti döneminde n başlayarak artık köyler yavaş yavaş şehirlere akmaya başlamış, köylülerin Kızılaya kıyafetleri sebebiyle sokulmadığı, Aşık Veysel in sazının başına vurularak kırıldığı dönemler geride kalmıştı.

Kat mülkiyeti kanunu ile bir arsanın birden fazla bazen 100-500 kişiye kadar ortağı olunarak yapılan apartman ve siteler;  mübalağasız söylüyorum; Türk toplumunda devrim kanunlarından daha fazla bir değişime yol açmıştır.

Mezartaşlarını okuyamayan insanımız eskiden köyünde, mahallesinde yedi göbek sülalesini tanırken bir de yan komşusunu tanıyamaz hale gelmiştir.

Filmde iki üç katlı apartmanlar vardır ama müstakil tapuludur.

1965 yılından başlayarak kat mülkiyeti kanunu ile Türkiyenin ekonomisi ve dinamikleri inşaat üzerine oturtulmuştur. 

Artık zenginliklerin kaynağı inşaat, bina ve arsa rantıdır. 
Belediyecilik de imar, ruhsat, ihale ve kadro üzerinde kurgulanmıştır.

Böylece Karadenizin ve Doğu Anadolunun, güney doğu anadolunun fakir insanları İstanbula şehirlere doğru akmaya başladı. 


1453 yılında Türklerin fethettiği İstanbul, 1970 li yıllarda Karadeniz ve Doğudan gelen işçiler ve fakir aileler için taşı toprağı altındır artık...

2009 yılında İstanbulun il genel meclisinin 376 üyesinin 176 sı Karadenizlidir. Haa yarısı da Ofludur.

Azınlık nüfusunun fazlalığı sebebiyle valilerin  belediye başkanı olarak  atanarak geldiği İstanbulda seçimle belediye başkaniığı uygulamasına 1950 li yıllarda ancak geçilir.

 
Taşı toprağı bazen altından daha kıymetli bir İstanbulun değişimini eski Türk filmlerini izleyerek anlamak daha öğreticidir.

Konutlarda kat mülkiyeti kanununun ölçüsüzce uygulanmaya başlaması Türk toplumunun bin yıl süren geleneğini, kültürünü hatta medeniyetini değiştirme anlamındaki en büyük uygulamadır. 

Mahalle, ataerkil aile yapısı, ebeli dedeli aile, komşuluk, gelenek, kültür yavaşça ortadan kalkmaya başlamış, insanımız bin ikibin yıldır tatmadığı yalnızlık, yabancılık, irfan ve hikmetten kopuk bir hayat sürecine girmiştir. 

Elbise, yemek, filim, müzik, eğlence gibi konularda başlayan tek tip, basit hayat tarzı apartman sistemiyle daha yaygınlaşıp kökleşmeye başlamıştır artık...

Bu savrulma sinema alanında da etkisini göstermeye başlar.

Türk filimleri bu süreçte ağalık, gelenek, töre gibi kavramları da olabilecek en negatif algılarla aşağılamaya başlamıştır. 

Anadolu’da bir kişiye kolay kolay ağa denmezken filimlerdeki ağalar zalim, ırz düşmanı, hilekar vs... rollerde gösterilir. 

Elbette kötü örnekler vardır ama ağa demek; çevresini koruyan gözeten, açı doyuran, cömert, sofrasında misafiri eksik olmayan, kendini herkesten sorumlu gören ve gereğini yapan kişi demektir. 

Züğürt ağa diye bir kavram yoktur.

Terör örgütünün ağa ve aşiret düşmanlığı boşuna değildir. 

Toplum çözülecek, bireysellik yaygınlaşacak, farklılıkların zenginleştirici etkisiyle oluşan birlik ve beraberlik ruhu giderek kaybolacaktır. 

İnsanlar artık en başta tüketicidir, değerli olmaktan çıkmaya başlamış, modern versiyon kölelere dönüşecektir.  Yani insan sahipsiz, rehbersiz, sohbetsiz kalacaktır.

Her toplum kendini sahiplenecek ağa, lider, baş arar. Bunun siyasette, idarede yansımaları ortadayken ağa, aşiret vs... düşmanlığını sorgulamadık hiç...

Patron ve zenginliği sevse de zengin düşmanlığı bu ülkede yapılmış özel bir operasyondur. 

Maalesef her konuda olduğu gibi bu konuda da olumsuz malzeme bulmak zor değildir. Ama işin esası başkadır.

Ne de olsa bürokratik zihniyet ve buna uygun bir devlet yapısına sahibiz.
Cüneyt Arkın’ın ‘Öğretmen Kemal’ filmi de bu olgudan biraz etkilenmiştir maalesef...

Ancak toplumun her kesiminin kendini bulabileceği filmler yanında tarihi nitelikteki filimleriyle milliyetçi, yurtsever bir gençlik şuurunu ateşlemiştir. 

Onun filimlerini izleyerek gençlerin ülkücülük damarı güçlenmiştir dersek yalan olmaz.

Akif Beki bir yazısında ‘Malkaçoğlu Ölmedi Hamasetimizde Yaşıyor’ diye dalga geçmesi bana çok dokundu. Onun dalga geçtiği hamaset elbette altı dolu olmak kaydıyla bu ülke gençlerinin en çok duyduğu bir ihtiyaçtır.

Bizi biz yapan hamasetimizdir. Tarihimiz bu açıdan dünyanın en zengin birikimine sahiptir.

Menfaat kavramı gibi kirletilmeye çalışılan bu olgu ; devletlerin aslında en çok yatırım yaptığı bir konudur. 

Bizim de en çok ihmal ettiğimiz ya da yanlış yönlendirdiğimiz bir alan...

Yunanistan’da, Japonya’da, İsrail’de, Almanya’da okullar hamaset üzerine eğitim vermiyorlar mı? 

Gençleri hangi açılardan tenkit ettiğimizi bir düşünsenize...

Cüneyt Arkın bizim hamasetimizi, ülke için bazı ideallerimizi güçlendiren filmleriyle aslında Milli Eğitimin yapamadığını yapmıştır.

Zaten içki ve uyuşturucu alışkanlığına karşı giriştiği mücadele; derdinin ülkesi ve devleti olduğunun ispatıdır.


Böyle insanlar ise genelde almayı, istemeyi fazla düşünmez ve de bilmezler.

Cüneyt Arkın alacaklı olarak vefat etmiştir. Ona borçluyuz.

Orhan Öztürk
Emekli Vali