MÜLTECİLİK VE MUHACİRLİK ARASINDA SURİYE MESELESİ


İklim bilimcilerin ve coğrafyacıların işaret ettiği bir olgudan bahsediliyor. Meksika körfezinden çıkarak Avrupa’nın batısını ısıtan, iklimini ılımanlaştıran Gulfstream akıntısının 1600 yılından bu yana ilk defa yavaşladığı ve soğuduğu hususu.

O takdirde Almanya, İngiltere, Fransa, Danimarka, Belçika gibi ülkelerin Sibirya soğuğu gibi soğumaya maruz kalma ihtimali var.

Sibirya’daki soğuklar sebebi ile yer altı sularının bile kullanılamadığını biliyoruz.

Zaten Avrupanın batısının kuzeye çıkıldıkça soğuk iklime sahip olduğu malum.

Şimdi böyle bir durum olduğunu ve on hatta yüz milyonluk bir nüfusun sıcak memleketlere mesela Yunanistan’a ve ülkemize doğru göçe mecbur kaldığını düşünün.

Mesela İngiltere, Hollanda vs sular altında kalmış, kitlesel bir göç başlamıştır.

Bugün Suriye’den olan göçün 5-10 mislisinin gündeme gelmesi halinde Türkiye’nin her yıl aldığı turist sayısının yani 20-30 milyonun ülkemize doluştuğunu düşünün.

Zaten batının Afrika’da Ortadoğu’da vs... kirli ve zulümlerle dolu tarihi sebebiyle çekeceği bir bela olacaktır.

Bu senaryo ciddi olarak batılı strateji kuruluşlarında simülize edilmektedir.

Biz; Batıdan, Japonya’dan, Çin’den 3-5 milyon insan Türkiye’ye gelse ve yerleşseler acaba Suriye’den Irak’tan ve Afganistan’dan gelenlere karşı aynı tepkiyi gösterir miyiz?

Ege ve Akdeniz bölgesinde yerleşen Batılılar; Hollandalılar, İngilizler, Fransızlar, Ruslar konusunda medyada herhangi bir olumsuz tepki yoktur.

Ülkemizde Fransız tatil köyü, Antalya’da yahudilerin yoğun olduğu bir mahalle, İngilizlerin tatil siteleri vardır.

Bunlarla ilgili herhangi bir tepki yoktur. Sadece yabancılara mülk satışı konusunda bir hassasiyet vardır ki o konuda da mütekabiliyet esası uygulanmaktadır.

O zaman Ortadoğu coğrafyasından gelenlere karşı gösterilen sessiz işgal, demoğrafik nüfus yapısı bozuluyor vs... şeklindeki tepkileri nasıl değerlendirmeliyiz?

Bir ülkeye üç dört milyon insanın göçmen sıfatı ile gelmesi elbette geldikleri ülke açısından ciddi sıkıntıları olacaktır.

Ancak bir şekilde önümüze gelen, olmuş bir konuyu nasıl ülke menfaatleri çerçevesinde yöneteceğimizi konuşmak zorundayız.

Bunu olumsuz argümanlar üzerinden yapmak mevcut olumsuzlukları mercek altında büyüterek konuşmak ne kadar doğru ve yerindedir?

Suriye, Irak ve Afganistan’dan gelenlerin müslüman oldukları, buraların bizim eski vilayetlerimiz olduğu gerçeği dikkate alınmamaktadır. Gelenler sanki Çinli Afrikalı Latin Amerikalıdır...

Suriye ve Irak’tan gelenler sanayi kuruluşlarında tarımsal alanlarda vs... işçi olarak çalıştırılınca olmayan tepkiler, bunların esnaflık ve ticaret alanında faaliyet gösterince gündeme gelmektedir.

Bazı belediyeler İngilizce ve Rusça dükkan tabelalarına karşı bir şey demezken Arapça yazılı levhaları zabıta marifetiyle indirmektedirler.

İngilizce ve Fransızca dilinde eğitim yapan yerli ve yabancı okullara hiç ses çıkarmayanlar Suriyelilerin açtığı okullar söz konusu olduğunda tevhidi tedrisattan, eğitim birliğinden ve eğitimde millilikten bahsetmektedirler.

Türkiye’de eğitimin sekiz yıldan oniki yıla çıkartılması yüzünden başgösteren teknik alanda ara eleman sıkıntısı bu vesileyle çözülmeye çalışılmaktadır.

Hatta vasıfsız işçi sıkıntısı bile Suriyeli, Afganlı göçmenlerce giderilmektedir.

Çünkü bizim gençlerimiz, onüç sene boyunca okuyunca üniversite kapısında yığılarak çıraklık ve kalfalık gerektiren alanlara olan ilgilerini maalesef kaybettiler. Geldiğimiz noktada motordan anlayan bir tamirci çırağı veya kalfası olmak; üniversite bitirmekten daha fazla gelir elde etmeye yarıyor.

Usta ise bizim okullarımızda zaten yetişmiyor. Zaten ustalık okumakla değil birilerin dizinin, tezgahının, atölyesinin dibinde ve birebir eğitimle olacak bir şeydir. İyi tüccar, idareci, sanatçı ve siyasetçi okulda mı yetişir yoksa ustasının yanında mı?

Bu sıkıntıyı Suriye’den Irak’tan ve Afganistan’dan gelenler sayesinde şimdilik atlatıyoruz. Gençlerimiz bu okullarda aldıkları içi boş eğitim yüzünden artık vasıfsız işçi olarak bile çalışmak istemiyor.

657 sayılı kanunun oluşturduğu kültür yüzünden masa başı veya işten atılmanın imkansız olduğu kadrolu bir çalışma imkanını istiyorlar.

Memur olunca performans sorgulaması, işten atılma endişesi vs kalmıyor.

Geçenlerde bir hemşerimiz asgari ücretin bir buçuk katı ücret ve bir o kadar da pekçok imkan sağlayarak aradığı çobanı bulamadığını, bir Afganlıyı çalıştırdığını anlatmıştı.

Buna dair yüzlerce örneğe hepimiz şahidiz.

Artık evlerde temizlik aşçılık gibi hizmetleri yürütecek Türk bayan bulunamamakta ve Orta Asya Türk cumhuriyetlerinden gelen bayanlarla bu sıkıntı şimdilik giderilmeye çalışılmaktadır.

Berberler bile çırak bulmakta zorlanmaktadır. 5-6 yıldır gittiğim Keçiörendeki berber işini Irak Türkmenlerinden birisine devretmişti.

İşletmesinde göçmen çalıştırmayan kimse artık yoktur. Hatta göçmen problemini ülke siyasetine ve gündemine taşıyanlar bile...

Bağ, bahçe, tarla ve çiftliklerde çalıştırılacak eleman bulanlar artık şanslı kişilerdir.

Doğudaki bir ilimizin jandarma alay komutanı anlatmıştı: Her celp döneminde alayın bina ve müştemilatının ihtiyaçlarını karşılayan elektrikçi, boyacı, marangoz, bahçevan, sıhhi tesisatı gibi konularda 50-60 kişi çıkardı. Şimdi bu sayı 5-6 yı geçmiyor.

Gençlerimiz artık hepsi üniversite okumak, yüksek lisans yapmak, kadrolu bir işte çalışmak istiyor.

İstanbul’da vasıfsız eleman dahi bulamadığı için kapanan ciddi sayıda fabrika işyeri olduğunu biliyorum.

Diğer taraftan da memlekette işsizlik problemini konuşuyoruz.

İskilip Bayat aasındaki Kayaağzı köyü civarında yapılan 500 dönümlük ormanlık fidan dikim çalışması yöreden işçi bulunamadığı için Urfa’dan gelen işçilerle yapılmıştı.

Şimdi oradan da işçi getirmek zor çünkü bulunamıyor.

Türkiye bu problemi Suriye’den Irak’tan vs gelenler sayesinde şimdilik yaşamıyor.

Peki bu hususta medyada dillendirilen tepkinin sebebi nedir?

Ülkenin üniter yapısını bozacak, ümmetçi federal bir yapıya dönüşmesine yol açacak, milli birlik ve beraberliğimizi bozacak süreçlere sebep olacak iddiaları ne kadar gerçekçidir?

Sınırları dışındaki islam coğrafyasıyla ilişkisini kesmiş bir devlet yönetiminin ve yöneticilerinin endişeleri tepkileri ne kadar yerindedir?

Gelenlerin sosyal durumları, genel dini ve kültürel eğilimleri üzerinde yapılmış yeterli araştırma çok azdır. Yakın çevrede gözlemlediğimiz kadarıyla bizdeki dindarlık, ortalama sakin bir hayat sürme gayreti azımsanacak ölçüde değildir. Akılcı politikalarla uyum sağlama süreçleri başarıyla sürdürülebilir. Bunun aksi yönündeki söylem ve olguları dile getirenler bu yöndeki olgulara değinmemektedirler maalesef...

Elbette dışarıdan gelen bu insanların asayiş ve uyum konusunda problemleri vardır. Gettolaşma, mafyalaşma, yasa dışı işler doğal olarak gündeme gelecektir. Bu açıdan göçmenlerden önceki durumumuz dört dörtlükmüş gibi ele alınmamalıdır.

Ama bunların genel asayiş içindeki yeri acaba nedir diye düşünülmüdür?

1860’larda Kafkasya’dan, 93 harbi ve Balkan savaşları esnasında Balkanlar’dan, cumhuriyet dönemindeki mübadele uygulaması esnasında Selanik, Yunanistan’dan, Romanya’dan, Macaristandan, Özal döneminde Bulgaristan’dan, Afganistan’dan gelen göçmenler, daha sonraları getirilen Ahiska Türkleri, mülteci dediğimiz muhacirler bu ülkede nereye gittiler?

Balkanlar’dan adeta süpürülerek gelen muhacirler sebebiyle İstanbul’un camileri, mezarlıkları bile dolmuştu.

Kurulan yeni Türk devletinin cumhuriyetin yönetici elitleri; idarecileri, siyasileri, askerleri ağırlıklı olarak Balkan kökenliydi. Basit bir internet araştırması konuyu anlamak için yeterlidir.

Balkan göçmenleri diğer kesimlere nazaran Batı’yı bilmeleri ve tanımalarının da etkisiyle devlete, cumhuriyete, devrimlere daha çok sahip çıkan bir refleksin aktörleri oldular.

Osmanlı’nın esasında bir Balkan devleti olduğunu söyleyenler var.

Devlet olarak Türkiye’nin Batılılaşması yönündeki politika ve uygulamalarında ağırlıkla Balkan kökenli; Selanik, Makedon, Arnavut, Macar, Romanyalı vs... gibi vatandaşlarımıza dayanmak zorunda kalınmıştır.

Bu batılılaşma hikayesinin ise doğal olarak çarpıklıklarla tezatlıklarla dolu olacağı, şekilde kalacağı açıktı. Nitekim Sivaslı Aşık Veysel’in sazını kırıp, kıyafetinden dolayı Kızılaya sokulmadığı gibi örnekler binlercedir.

Sonuçta ise Batılı olamayan, Doğulu yani İslamda da kalamayan, ruh ve kültürel köklerinden, geleneklerinden kopan bir millet ortaya çıkmaya başladı. Kaç nesil zayi oldu ve olmaktadır kim bilir?

Kültür ve medeniyet değişimi öyle kolay mıdır?

Keza asker ve emniyet konusundaki Kafkas göçmenlerinin başta Çerkezler olmak üzere refleksleri her daim çok daha güçlü ve milliyetçi karakterde ortaya konulmuştur.

Bu açıdan sadece dışarıdan gelen göçmen akımlarını değil dışarıya giden göç hareketlerine de bakmak şarttır. Aralarında mali, ticari açıdan ciddi rekabet halindeki Rumlar yahudiler ve Ermeniler de Anadolu’dan dışarıya giden kesimlerdir. Önce Yunanistan’ın kuruluşu ile Rumlar sonra sıcak denizlere inmek isteyen Rusya’nın dolduruşuna gelen Ermeniler daha sonra da İsrail’in kuruluşu ile yahudiler Anadolu coğrafyasından uzaklaştılar.

Bu içeriye ve dışarıya olan göçün Osmanlı devletine pek de faydalı olduğunu söylemek zordur. Çünkü Osmanlı hinterlandı bu göçler yüzünden zayıflamış, ticaret, sanat erbabını, birikimlerini zamanla kaybetmiş, finansın, paranın gücünü dünya çapında kullanamamıştır. Değil yüz yıl iki yüz yıl; elli yıllık tarihe sahip kaç tane şirketimiz, ticaret ve sanayi kuruluşumuz vardır?

Osmanlı’nın yıkılışı ve yerine de çelik çekirdeğini korumakla beraber bölgesinde ve dünyadaki bütün iddialarından vazgeçmek zorunda kalan güçsüz, bağımlı, köklü ticaret ve sanayi geleneği olmayan, devletçi, bürokrat yönetiminde bir ülkeye dönüşümüze yol açılmıştır.

Bürokrasinin ise günümüzde bile millet diye bir derdi olamamıştır.

Haksız mıyım?

Türk toplumu açık hava müzesi gibi bir coğrafyada Özal kadar ne Batı’yı, ne Ortadoğu ve Arap dünyasını ne de Afrika’yı tanımayan, dünyadan kopuk, açık hava hapishanesi şartlarındaki yaşama ortamından hızla çıkmaktadır. Mecburen tarihi yeniden yazmak zorunda kalacaktır. Tarihin çağrısına karşılık vermekle sorumludur.

Bu göçler esnasında demografik yapı acaba ne kadar bozuldu? Ya da öncesinde çok mu iyiydi? İyi bir demografik yapının özellikleri nelerdir?

Türkiye; Suriye’den değil üç beş milyon yüz milyon insan gelse de kabul etmek zorunda olan baba bir devlettir.

Bu coğrafya; her mazlum halkın sığınacağı ancak burada bin yıldır yaşayanların gidecek yeri olmadığı coğrafyadır.

Bu ülke dışarıdan gelen bütün muhacirleri taşıdığı irfan ve sahip olduğu medeniyet birikimi sayesinde bağrında bir yerlere yerleştirmiştir. Bu coğrafyanın bunu sağlayan ve anlaşılması mümkün olmayan bir enerjisi vardır.

Batının çözemediği bir husustur bu. Bütün sosyolojik, psikolojik izahların ötesindeki bu özelliğimiz yine Suriye, Irak,Afgan muhacirleri konusunu da çözecektir.

Devlet bu konuda elinden geleni bazı yanlışlık ve hatalarına rağmen samimiyetle yürütmektedir.

Bu hususta konuşanlar; geçmişteki Boraltan köprüsü, Mustafa Muğlalı olayları gibi Türk’e, devlete yakışmayan uygulamaları yapanların fikir ve zihniyetlerinin mirasçısı olabilirler mi acaba?

Kurtuluş savaşı esnasında Fransızların Cezayir’den getirdikleri asker karşılarında müslüman bir halkın olduğunu anlayınca silahlarıyla beraber Maraşlıların tarafına geçmişlerdi. Daha sonra bölgeye yerleşen bu insanların dağlara kaçamayanlarının aradan geçen üç beş yıl sonra bazı anlaşmalar sebebiyle Fransızlara teslim edildiğini, teslim alınanların tamamının Fransızlarca kurşuna dizildiğini biliyoruz.

Bu problemin gelecekte nelere yol açacağını söyleyip muhacir düşmanlığı yapanların iddialarının, verdikleri örneklerin haklı ve haksız tarafları vardır.

Ancak ne tamamının kalabilmesi, ne de tamamının gönderilmesi mümkün olmadığını dikkate alarak göçmen düşmanlığının oluşmamasını sağlamak zorundayız.

Bu ülkenin idareci ve siyasileri gelecek kuşakları da olumsuz etkileyebilecek bu konuda daha dikkatli olmak zorundadır. Yapamayacağımız bir konuda kin ve nefret, öfke biriktirmemek şarttır. Kürtler konusunda bu yanlışı geçmiş yönetimler fazlasıyla yapmışlardır maalesef...

Türkiye’nin bu husustaki hatası Avrupa’ya fatura ödetmemesidir.

Gelenlerin Avrupa’ya aktarılarak esasında onların sebep olduğu bu problemin faturasını paylaşmış olmalıydık.

Bu husus Türklerin Almanya’ya işçi olarak gidişleri, 1990 lı yıllardaki Peşmergelerin Türkiye’ye iltica etmeleri, ya da Abdi’nin green kart uygulaması ile göçmen kabulünden farklıdır.

Hepsinin kendine mahsus özel durumları vardır.

Türk devleti ve milleti savaşta yok edilmek istenen, köyleri ve şehirleri bombalarla enkaza dönüştürülen insanlara fıtratı gereği sahip çıkmış, tarihinin en büyük sadakasını vermiştir. 1958 yılında Kerkük katliamı esnasındaki gibi sınırları kapatıp seyretsek miydi? Anadolu irfanına sahip Cem Karaca’nın Kerkük’ün Zindanı şarkısını sadece şarkı olarak mı dinlemeliyiz?

Mazlum halkların hamisi olduğumuz bir gerçektir. Bugün ülkesine dönen Suriyelilere ne yapıldığını kaçımız biliyoruz.

Muhacir kabulü konusunda başka türlü davranmamız ne kadar mümkündü?

Suriye Irak Afgan kökenli göç politikası ve uygulamalarını tenkit edenlerin iktidar olunca yapacakları şeyler de bugünkünden farklı olmayacaktır. Halkın genelinde düşmanlık yoktur, ekonomik sebeplerden kaynaklanan sıkıntılar vardır.

Ege ve Akdeniz bölgesine yerleşen İngiliz’e, Fransız’a, Hollandalıya, Rus’a düşman olmayanlar Suriyeliye, Iraklıya, Afganlıya mı düşman olacaklar...

Devletin ve milletin bu konudaki gayretlerini fedakarlıklarını dile getirmeden konuyu ajite edenler ve bir çok örnek olayları sıralayanlar; bu konuyu nasıl çözebilecekleri konusunda toplumu ikna etmek zorundadırlar.

Bu konuyu çözecek olanların yüzde üç beşlik hatta onluk onbeşlik oy alan partiler olamayacağını da anlamak zorundayız.

Esasında devlet ve millet olarak bu meselenin gelecekte nüfus projeksiyonu yanında ülkemiz politikalarını nasıl etkileyeceğini konuşmak zorundayız.

Demoğrafik işgal senaryosu konunun tahrike müsait ancak ciddiye alınması da gereken yanıdır.

Stratejik Derinlik kitabını yazanların neleri yaptığını gördük. Stratejik Göç Mühendisliği kitabını yazanların da aynı akıbeti paylaşmasına artık müsade edileceğini zannetmem.

Bu hususu konuşanların haklı oldukları yönler elbette vardır. Ancak Güneyden ve Doğudan gelen göçlerin ülkemizin bölgesel bir güç olmasına, islam dünyası ile olan daha sıcak ve yakın politikaların uygulanmasına yol açacağını öngörmek zor değildir.

Dine islama düşmanlık mahiyetindeki laiklik uygulamasının bölge ülkelerini ve devletlerini kucaklayacak bir şekle dönüşerek değişeceğini, batıcı, İslamsız Türkçü politikaların keskin hatlarının kaybolacağını göreceğiz. Atatürksüz Kemalist kesimler bu durumdan elbette rahatsızdır.

Siyah tüylü renkli köpeklerimizi Arap diye çağırmayacağız çünkü Arap ile zencinin farklı olduğunu geç de olsa nihayet anladık.

Göçmenlerin bu ülkeye ve topluma uyum konusundaki lakayt tavırları, yıllarca sömürge idareleri altında kalmalarından dolayı karakter ve kültür yapılarının tahribi, Arapça konuşmalarının kendilerine verdiği kibir; üzerinde çalışılacak önemli konulardandır.

İmparatorluk, krallık ve padişahlık yönetimleri konusundaki bilgi, algı ve ezberleri gözden geçirmenin zamanı gelmiş midir? Mesela dünyada ve ülkemizde tarihi eser dediğimiz eserlerin ne kadarı son 50-70 senede yapılmıştır?

Ancak yıllardır Avrupa ABD tarafından iki yüzlü politikalarla, darbelerle vs... ötekileştirilen, AB ye alınması geçiştirilen Türkiye’nin göç politikalarının da etkisiyle Doğuyu da daha dikkate alan yapısı; dünya siyasetinde Türkiyenin mecburen daha etkin ve aktif olmasına yol açacak gibi görünüyor. Kaç ülkede askeri birliğimizin olduğunu artık saymakta zorlanıyoruz.

İsrail’in bile bu yönde talepkar olabilecek sıkıntıları gündeme gelirse şaşırmayalım.

Siz ne dersiniz?

Orhan Öztürk

Emekli Vali

İskilip Eski Belediye Başkanı