+18/ film bitti


Bu filmi izlemeyin lütfen. Ya da bu yazıyı okumayın. Akıl ve ruh sağlığınıza zarar verebilir. Şiddet, korku, panik,  umarsamazlık,  ihanet ve benzeri bilumum olumsuz yaklaşımları içeriyor olabilir.  Sizi derin bir karamsarlığa, ümitsizliğe, bedbinliğe duçar kılabilir.

Yeni bir sahne göreceksiniz az sonra. Acı bir sabah. Kararan yanlarımızı alarak çıktığımız şehirde üzerimize şehitlerimizin kopan uzuvları yağıyor edata. Akif’in deyimiyle: “Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,/Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.” Üzüntü ve gam bulutları kaplamış gökyüzünü. Hayatının baharını yaşaması gereken vatan evlatları sessizce bir çınar gibi devriliyor ormanın derinliklerinden. Ah diyoruz sadece derin bir ah çekiyoruz. Ahlar ağacı, kendi içine kapanmış ağlıyor sessizce.

            O kadar bastırılmışız ki toplum olarak şehitlerimiz için yasta olduğumuzu söylemekten hicap eder olmuşuz. Korkuyoruz onların sayısını açıklamaktan. Ormanlarımız değil belki ama yüreklerimiz yanıyor beyler, hâlâ neyin hesabını yapıyorsunuz? Mehmetler bir bir hicret eyliyorlar yoksul evlerinden mahalle mezarlıklarına. Vakitsiz,  erkenden. Kadere karşı boynumuz kıldan ince ama bu gala başka bir gala. Adına savaş bile denmeyecek kahpe ve kalleşçe kumpasların kurbanları olarak zamansız ve mekânsız gidiyorlar. Ardında gözü yaşlı analar, henüz kundakta olan bebeler, birkaç ay sonra düğünü olacak nişanlılar kalıyor. Becerebilseler onlar da gitmek isteyecekler peşlerinden kuşkusuz. Rabbim, bize şehitliği nasip eyle diyecekler belki. Daha bebek olduklarından dilleri dönmüyor belli. Şair: “Sizin hiç babanız öldü mü?/Benim öldü kör oldum.”  diyor. Sahi sizin hiç evladınız şehit oldu mu ey siyasiler? Yoksa 18 kişilik asıl kadroya alınmadılar mı antrenör tarafından?”

Oysa her şey çok güzel olacaktı. “Acının vergisini vermiştik. Tam hüznü demirbaş defterinden düşmeye gelmişti sıra” Bir el dokundu tetiğe. Patladı bomba. Sarsıldı yollar. Fırat’la birlikte mahrem yanlarımız kanıyordu gizli gizli.

               Oyun bitti, yapı paydos. Takke düştü, kel göründü. Kral çıplak, beyler umarsız.

               Adına çözüm/süzlük denilen ve bir türlü doğru yürütülemeyen süreç halkımızı nereye götürecek? Darağacında asılmaktan ne farkı var pusuda şehit olan polisimizin, askerimizin?

               İzan ve idrak tatile çıkmış. Kıyılarımıza ve kalbimizin hassas noktalarına vuruyor artık bebek cesetleri. Ölümler gizlenirken kendi içine çekiliyor gece. Gizlice geleceğe ve esenliğe bir kurşun daha sıkılıyor mesainin bitimine beş kala. İnsanlık karaya vuruyor tekrar. Kararıyor gece. Şafak desen hepten siyah. Vurulan on beşli güller masada ağlıyor. Ölümle dahi pazarlık yapılıyor bu çağda. Sayısal ve parasal olarak üstün olanlar, satın alıyor her şeyi…

               Ayrıştırılıp arıtılarak damıtılıyor sahte zamanlar. Görüntüler puslu. Birileri güzel ölsünler diye yazılıyor özgün senaryolar. Cenaze organizasyonlarının dahi kusursuz, mükemmel olması ferman buyruluyor.

               Bayım bak benim de babam öldü. Çocuk da öldü diyor iç ses. Beher miktarda politize olmuş bir toplumda her şey birbirine karışıyor. Bir üstlenen çıkmayınca tanrıların ölümünü. Hiçbir oluşum, hiçbir parti, suçu üzerine almıyor. Herkese göre suçlu diğeri.

               Maalesef kötü zamanları yaşıyoruz. 18 yaş sınırı değil yas bulutu. On sekiz bin alemin özü, ruhu olan insan. Rengi, derisi, inancı, etnik kökeni önemli mi ki… Hayatlarının baharında giden, yiten, şehit olan genç insanlar sonlarının böyle olacağını ümit etmemişlerdi oysa.  Acılar kalmayacaktı onların ardında. Analar ağlamayacaktı. Sahi ne oldu da değişti özgün senaryo. Yönetmen niçin ölüme tutuyor kamarasını? Umut var mı hâlâ. Bir şeyler yapılamaz mı the end  demeden önce? Bakın çocuk-lar ölüyor. Film bitti. Şimdi haberleri izleyebilirsiniz.