ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ
Mustafa Yolcu

Mustafa Yolcu

ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

17 Aralık 2016 - 10:11

 

ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

7 Ocak ' 2011

Çocukluğumu İskilip’in Hacıpiri mahallesinde geçirdim. Mahallemiz çarşının yanında, düz kayanın eteklerinde kurulmuştur.

Çorumdan gelirken, Hacı Karani köprüsünü geçince; sağ tarafta iki yol vardır. Bu yolun yokuş olanına “Elekçi bayırı” denilir. İskilip şiirinde bu yol ile ilgili:

İskilip’im senden ayrı

Duramam yeter gayrı

Aha Elekçi bayırı

İskilip’im var benim

Diye mısralar dökülüyordu. Mahallemizin üst tarafına “ Yukarı mahalle”, alt tarafına “ aşağı mahalle “ denilmektedir.

Mahallede her kez birbirini tanır, küçük küçüklüğünü, büyük büyüklüğünü bilirdi. Komşular arasında çıkan sorunlar, büyüklerin araya girmesi ile sona eriyordu.

Düğünde, ölümde büyüklerin ayrı bir yeri ve görevi vardı. Cenaze defnedildikten sonra eve gelinir, aile büyüğü varisleri bir odaya çağırarak; “ iki acı bir arada çıksın, bir daha sorun olmasın.” Diye söze başlayarak miras taksimi aynı gün aralarında yapılır, sonra tapudan intikali gerçekleşirdi.

Mahalleye gelen saman, kömür komşuların yardımı ile eve taşınır, güz hazırlığı olan yarma, bulgur, keşkek, yufka ekmeğini komşular sıra ile birlikte yaparlardı.

Mahalle kadınları bir araya gelerek dibekte sokularla keşkek döverlerdi. Dibeğin yakınında bulunan evlerden de çay, ayran, su getirilip ikram ediliyordu.

Çocukluğumuz da kışın ve yazın, kendine göre ayrı güzellikleri olurdu.

Kışın misafirliğe gidildiğinde, çay içildikten sonra ortaya küçük tepsi dolusu meyve getirilip konurdu. Meyveler yenir, mısır patlatılır, hikâye anlatılırdı. Çok az evde radyo bulunurdu. Misafir geldiğinde radyo, sadece haber saatinde açılır, radyo tiyatrosu bazen dinlenirdi. Küçüklük nostaljimiz olan, radyo tiyatrosunu dinlemeyi halen severim.

Biz küçüklerin, misafirlikte çoğunlukla uykusu gelir, bir köşeye kıvrılıp uyurduk.

Yazın ise akşamları da sokağa çıkar, yatsıya kadar oyun oynardık. Annelerimiz de sokağın bir yerinde toplanır, altlarına örtü sererek yerde otururlardı.

Çocuklar için, sabahtan akşama kadar oyun saatiydi. Eve karnımız acıkınca geliyor, karnımız doyunca soluğu sokakta alıyorduk. Öyle vakti yediğimiz, çoğunlukla aperatif yiyeceklerdi. Yufka ekmeğin arasına bir şeyler koyar, dürüm yapıp yerdik. Annemiz “ oğlum yağlı yiyen tazı gibi, yavan yiyen kuzu gibi olur.” Diye ne bulursak yememizi sağlamaya çalışırdı.

Bazı günlerde bağa, bahçeye gider, akşama kadar iş yapardık. Akşama kadar bahçede durmak, çok sıkıcı oluyordu. Bahçeden dönüşte bize de taşıyabileceğimiz büyüklükte bohça verilirdi. Bohçalarda bahçeden toplanan meyve, sebze bulunurdu. Eve gelince meyveler ve sebzeler ayrılır, annemiz ev işine başlardı.

Evlerde bulaşık, çamaşır makinesi, buzdolabı yoktu. Yemekler ocakta veya soba üzerinde pişer, evimizde bulunan gaz ocağı ile çay demlerdik. !966 yılında bile evinde elektriği olmayıp, gaz lambası ile aydınlananlar vardı. Komşudan alıp kullandığımız ütü, odun kömürü ateşi ile ısınıyordu. Yemek yapılan ocaktan alınan köz halindeki parçalar ütüye doldurulur, ütü üfürülerek iyice ısıtıldıktan sonra ütü yapmaya başlanırdı.

Çamaşır yıkarken çamaşır kili veya sabun kullanılır, daha sonraları çıkan şaşmaz adlı deterjan ile çamaşır ve bulaşık yıkanmaya başlanıldı.

Analar evde ineğe, tavuğa bakar, ev işlerini yapar, bahçeye gidip ineğe ot getirirdi. Çocuklarını da ihmal etmez onlara gözü gibi bakardı.

Geçim sıkıntısı vardı ama var olana şükredilir, şikâyet edilmezdi. Kışın kullanılan ihtiyaç maddelerini, her kez evinde hazırlar, kendi içinde kapalı ekonomi uygulanırdı. Memleketimizde zenginlik, bağ ve bahçenin sayısı, büyüklüğü ile ölçülürdü.

Mahallemizden üç kişi üniversiteyi bitirmişti. Bunlar Ahmet Şiranlı, İsmail Beşikçi, Ahmet Söylemezdi. Ahmet Şiranlı mimar, Ahmet Söylemez fizik mühendisi olmuş, İsmail Beşikçi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirmişti. Mahallede çocuklar kendi aramızda konuşurken, bu ağabeylerimizden bahseder, onlarla öğünürdük. İsmail Beşikçiden bahsederken “ İsmail abi kaymakam mektebini bitirdi. Şimdide o mektep de hoca olmuş.” Diye kendimize pay çıkarır, büyüyünce şu olacağım, bu olacağım diye hayaller kurardık.

Ben pilot olmayı hayal ediyordum. İsmail Beşikçi, benim ağabeyime uçaklara ait dergi vermişti. Bende bu dergide bulunan uçaklara bakar, pilot olmayı arzulardım. Halen uçmayı, gökyüzünü seyretmeyi çok seviyorum.

İskilip’e kışın çok kar yağardı. 1964 yılında kışın, bir sabah kalktığımızda sokaklarda, bir metreden fazla yükseklikte kar ile karşılaştık. Kar kütlesi çatılardan aşağı sarkıyordu. Her kez kendi evinin önünde, insanların geçeceği kadar yol açıyordu. Çorum yolu ve tüm köy yolları kapanmış, bir yerden bir yere gitme imkânı kalmamıştı.

Her evin, sert geçen kış şartlarına hazırlığı olur, kış mevsimine girerken evden dışarı hiç çıkılmayabilir diye her evde “ kırk kütük, kırk kabak, kırk tekne hamur yapacak un.” Olmalı diye büyükler söylermiş. 40 kütük ile 40 gün soba yakılacak, 40 kabak ile 40 gün kabak tatlısı yapılacak, 40 tekne hamur ile 40 gün ekmek yapılacaktır.

Evlerimiz de turşumuz, pekmezimiz, kıymamız, eriştemiz, salçamız eksik olmazdı. Büyüklerimiz karın içinden tünel kazıp, evden eve gidildiğini anlatırdı.

Kar yağdıktan sonra yollar buz tutar, Müftü camiinden, çayın başına kadar kızak ile kayardık. Elimiz üşür, sızlardı. Yine de kaymaktan vazgeçmezdik. Üzerimizde giyecek olarak; analarımızın diktiği pamuklu içlik, üzerine gömlek, tiftik tüyünden örülme bembeyaz kazağı giyerdik. Şimdiki gibi giyecek kabanlarımız yoktu. Ayağımıza mes, pantif, potin olur, üzerine lastik ayakkabı giyerdik. Karda çamurda kirlenen lastik ayakkabıları, çeşmede kolayca temizlerdik. Okula gittiğimizde, lastik ayakkabılarımızı silmemiz söylenirdi.

Evlerimizde; sadece oturduğumuz odada soba yandığından, odadan dışarı çıkınca yerler buz gibi olurdu. Onun için potinimizi, yatıncaya kadar ayağımızdan çıkarmazdık.

Evinde inek olanlar yayık yaydıklarında, yayık ayranını komşulara dağıtıyordu. Yayık ayranının yanında, yufka ekmeğine yayık tereyağını sürüp, dürüm yapıp, yemenin tadına doyum olmuyordu. 

Bahçeden meyve toplanıp, bağdan üzüm getirildiğinde komşulara dağıtılırdı. Eve gelen meyve ve yiyecekler, evde tüketilir, fazlası komşulara verilirdi. Kaysı, kiraz, vişne, tut, eriğin para ile satılması ayıp sayılırdı. 

Sabahları genellikle çorba içiliyordu. Nadiren çayla kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıda en hoşumuza giden, kıymalı pide yaptırıp yemekti. Çarşı ekmeği dediğimiz Kaygusuz’un fırınından alınan okkalık ekmek ile katık olarak yanında zeytin veya tulum peynirini bulduğumuzda; bu bizim için mükemmel kahvaltı olurdu.

Günümüzde refah seviyesi büyüdü. En fakirin evinde bile kahvaltıda zeytini peyniri eksik olmuyor. Herkesin evine fırın ekmeği giriyor. Çocuklarımız ihtiyaçlarını karşılarken marka arıyorlar.

Elektriksiz, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu olmayan ev kalmadı. Herhalde ağzımızın tadı kaçtı. Yediklerimizin tadını, huzuru bulamaz olduk. Komşuların halini sormaz, kimsenin elinden tutmaz olduk.

Beyaz atlı yiğitler atına binip, başka diyarlara gitti artık.

Mustafa Yolcu

Bu yazı 2289 defa okunmuştur .

Son Yazılar